“Bizim fiillerimize tesir ettiğimiz kadar, onların da bizim üzerimizde tesiri vardır.”
George Eliot
Sabahtan yemeği düdüklüye koymuş, evi kavrulmuş soğan kokusu sarmıştı. Yemek yaparken mutfağın kapısını kapatma huyu yok, nadiren aspiratörü açar sonra hemencecik kapatır. Ocağın üstündeki düdüklü tencere isyan eder gibi, bağır çağır tuhaf sesler çıkarıyor. Süresi bitti mi diye merak ederek, oda oda annemi arıyorum. Arka odada oturmuş, vanilyalı mumlarını yakmış, onların yanına tütsüyü de eklemiş, buhurdanlığından yasemin kokusu yayılıyor odaya. Kendinden geçmişçesine yeşil sedef taşıyla yüz yogasını yapıyordu. İçeri girdiğimi görünce:
“Uyandın mı Matmazel Noraliya. Günaydın.” dedi.
“Günaydın anne, düdüklünün süresi bitti galiba, isyan ediyor da.” Olduğu yerden ayağa fırlayarak:
“Ayy ocakta unuttum zeytinyağlı barbunyayı!” diyerek telaşla mutfağa koştu. Ben de onun ardı sıra yürüdüm. Hızla ocağın altını kapattı. Mutfağı saran kokunun çıkması için mutfak penceresinin camını yarı araladı. Gözlerine vuran sabah güneşinin dik ışınlarıyla gözlerini kırpıştırdı, bana dönerek:
“Bugün çok güzel bir gün, Merkür retrosu bitti. Ben de mistik bir törenle uğurladım onu. Yeni başlangıçlar yapmalıyız. Salgının getirdiği kısıtlamalar olsa da ruhumuzda yeniye yer açabiliriz. Bugün kuaförden randevu aldım senin için, dip boyanı yaptırmaya gidiyoruz.” dedi.
Mutfaktaki sandalyeyi kendime doğru çekerek oturdum:
“Anneee bana niye sormadın? Ben dışarı çıkmak istemiyorum. Saçlarımı biraz dinlendirmek istiyorum. Amannn o retro biter, başka bir retro başlar. Hayat, tuhaf bir döngü işte, sürekli aynı şeyleri yaşarsın.”
Yüzünden endişeli bir dalga geçti: “Gel Artık “adlı filmleri izlemekle de hayat geçmiyor. İşte bu retro da bize şunu söylüyor: gidenlere selamet, kalanlarla yola devam. Üzme kendini, yarım kalan hikâyeler için. Bazı insanlar hayatımıza karmik bir misyonla girerler. Biz bunun farkında bile olmayız. Yani geçmişte yaşattığın duyguları hatırlatırlar ve hayatından çıkarlar. Görevleri bitince kaybolurlar, sistem böyle işliyor.”
Yanıma yaklaşarak, sağ eliyle önden uzamış kâkülümü geriye attı: “Bayağı uzamış saçların, baksana rengârenk olmuş. Ufak bir değişiklik sana iyi gelir diye düşündüm.” diyerek burnumu sıktı.
Ayılan gözlerimi ona çevirerek: “Her konuyu benim ilişkilerime neden getiriyorsun ki? Ben iyiyim, kimseyi de düşünmüyorum. İnsanların öyle bir görevinin olabileceğini hiç düşünmedim. Bir rüzgârdı geldi ve geçti. Rüzgârlar dindi, retro bitti, karmalar sonlandı. Gözümüz aydın olsun…” dedim zoraki bir gülümsemeyle.
Masada eksik olan kahvaltılıkları buzdolabından çıkarırken, bir yandan da bana laf yetiştiriyordu. Hayatında yaşarken, kendini terbiye ettiği kutsal mantralarını benimle paylaşmaya bayılırdı. Dünya için yeni bir şey icat etmiş mucit gibi, gözleri ışıldayarak, heyecanla sıralardı tecrübe sinmiş cümlelerini. O bir, ütopya yerlisiydi. Annem bu zalim dünyaya göre çok fazla iyimserdi…
Zeytinliği masaya koyarken:
“O sayfalar kapandı diyorsan kapanmıştır. Ama hayatımızdaki herkes bir hatırlatıcı olabilir. Ben de senin için öyle bir görevi devralmış olabilirim. Haydi pijamalarını hemen değiş, kahvaltı yapalım, çok acıktım.” diyerek çayın altını açtı.
Bütün retroların, Neptün ve Chiron arasındaki uyumsuz açıların, kırılgan duygularımın üstünden silindir gibi geçtiği yarım bir dünyaydım. Ona bu hallerimden bahsetmedim. Ne var ki o, sezgileri kuvvetli biri olarak sürekli doğru tahminlerde bulunurdu. Bense, her defasında sert gerçeklik tarafından doğrulanmış nahoş bir duygu içinde kalakalırdım. Pijamalarımı değiştirmek için odama geçtim…
Kahvaltımızı yaptıktan sonra, bütünsel arınma kampının ona gönderdiği kısa bir filmi birlikte izlememizi teklif etti. Odamda, kalorifer peteğinin önüne yumuşak minderlerle kurduğum köşeme kıvrılarak oturduk. Beyaz tabletinden mail adresini açtı ve gelen kutusundaki kısa filmi ekranda büyüttü. Negatif formatta, siyah beyaz olarak çekilen filmde, yağmurlu bir havada dolaşan, uzun boylu bir kadın vardı. Arka planda da başka bir kadın, onun iç sesi olarak şiirsel bir dille konuşuyordu:
“Üç kez yağmur yağdı bugün.
Bulutlar, çapraz bir acının çanlarını duydukça göz yaşlarını döktüler. İçindeki hüznü yağmura ödünç veren ya da yağmuru bir acılar emanetçisi olarak gören kadınla dönüp durdular. Kadın, her yeni tarihte yazgının boyunduruklarından boynuna taktığı ağır, ürkünç halkalarla boynunu doğrultamıyordu. Halkalar boynuna ağır geliyordu. Yağmurda görünürlük kazanan, bir pluviofil kadın. Yağmur olmak isteyen bir insan görmediniz mi hiç ya da duymadınız mı? Yağmurla yürüyen, yağmurla var olduğunu sanan herhangi biri.
Üç kez yağmur yağdı bugün.
Yağmur kadın, üçünde de iliklerine kadar ıslandı. Bulutlar gülüştüler ona, camdan bakan insanlar onun bu garip halini yadırgadılar. Yolda ağlanmaz derdi annesi, ayıplarlar sonra insanı. Ağlamak bir duygu dışavurumu değil mi? O şekilde dışa vurarak insan acısından uzaklaşamaz mı? Ağlamak derdi annesi, acıyı katmerler yavrum. Bugün bulutlarla oyun oynamak ve ölen yanlarına alışmış bunca insanın içinde yağmur olmak istedi. Boynundaki halkaları sokağın köşesindeki çöp kutusuna tıkıştırdı. Boynunu yukarıya doğru kaldırdı ve gökyüzüne baktı. Yağmur taneleri, yüzündeki yaşları da sürükledi kendisiyle beraber. Boynunu düz tutabiliyordu artık, bazen alışkanlıktan mütevellit hafif öne doğru eğilse de ağırlık yok. Ağırlıklarından kurtulunca yağmur olabilirdi. Belki. Bir gün. Yağardı.
Şimdi yağmur dindi. Karanlık çöktü. Kadın diline doladı bir cümleyi:
“Niyet ettim kırıldığım yerden doğrulmaya…”
Lirik gözlerle daldığım bu kısa filmin sonunda Chopin’in dokuz numaralı noktürnü çalarken, annemle gözlerimiz buluştu ve birbirimize sıkı sıkıya sarıldık. Kırıldığın yerden doğrulursan yürüyebiliriz, geçmişin prangalarıyla yürüyemeyiz, dedi. Ruh şifa meditasyonunu da gece yapmaya karar verdik. Kuaför randevusuna gecikmemek için hazırlanmaya koyulduk…