Dışarıda lapa lapa kar yağıyor. Bir zamanlar etrafı çöplük olan sitenin iki adam boyunu bulan istimlak duvarlarının ardı şimdilerde park, içinden çığlık çığlığa kahkahalar yükseliyor. Çevredeki birkaç çamı kendi elleriyle dikmişlerdi. O minik fidanlar yıllar yılı oldukları yere tutundular, büyüdüler ve artık yaşlanıyorlar. Kitaplığın bulunduğu küçük misafir odasında ayakta durmuş, peteğin sıcağına dayanmış karda oynayan çocukları izliyor. Soğuğu hiçbir zaman sevmedi. Karın her şeyin üstünü örten beyazlığına hayran olduğu kadar baktıkça içinde büyüyen ürpertiye düşman. Eskiden bu kadar düşünmezdim, diye geçiyor içinden. Anılar bu kadar taptaze belirmezdi. Şimdilerde hep geçmişte yaşar olduğunu hissediyor. Direnmiyor hem neden dirensin ki. Zaten yaşam denilen şey böyle bir şey değil mi? Günün birinde yok olmak için var olmuyor mu?
Orada, o çocukların cıvıltılarını izlerken ne kadar ayakta durduğunu bilmiyor. Kalçasını saran ince sızı bir tutulmaya dönüşünce kanepeye oturuyor. Boşluğun sesini dinliyor. Saatin tik takları yankılar halinde evin içinde dolaşıyor. Üst kattaki temizlik meraklısı genç gelinin elektrikli süpürgesinin sesi geliyor. Bir yerlere su damlaları birikiyor. Epeydir mutfak musluğu damlatıyor. Altına çaydanlığı koyarak geçici çözüm bulmuştu ama aslında bir tamirci çağırmak gerek. İçinden gelmiyor. Bir şeyler yapacak gücü çoktan tüketmiş. Yıllar öncesinin Leman’ını düşünüyor. On sekizinde âşık olan Leman’ı. Asker kocasıyla birlikte, tıpkı şimdi dışardaki gibi diz boyu karla kaplı köy yollarında, tek odalı dersliklerde, bir amaç uğruna çabalayan, kocasını daha otuzundayken toprağa veren ve tek çocuğunu bir başına büyüten o kadını. İçine bir bıçak olup batan ağrısına aldırmadan yerinden kalkıp kitaplığına gidiyor, alt dolaplardan birini açıyor, son zamanlarda sık sık yaptığı gibi eski albümlerden birini alıyor. Şimdi hatırına gelen o karlı günlerini yeniden yaşıyor. Fotoğrafları üstlerini örten naylondan söküp tek tek dokunuyor. Sanki zamanın içinde bir yol açılacak da o eski mesut günlerine uçarcasına dönecekmiş gibi bir his içinde, dışardaki çocukları kıskandıracak bir sevinçle gülümsüyor. Eski İstanbul, kocası Albay Necdet’in kolunda gezdikleri günler canlanıyor. Kendisinden on beş yaş büyük bu adamla nasıl büyük bir aşkla birbirlerine bağlandıklarını düşünüyor. Albümün sayfalarını bir bir çevirirken en büyük ortak noktalarının, kızlarını kucaklarına alıncaya kadar, sinema olduğunu hatırlıyor. Her izin günü Necdet Leman’ı alıp yazsa açık hava, kışsa Beyoğlu’na götürür, birlikte ecnebi, yerli fark etmeden tüm filmleri izler, sonra da oturup bir çay bahçesine ya da bazen İnci’ye; profiterollerini kaşıklarken film üstüne konuşurlardı. Kaç karı koca yapar ki böyle? Onlarınki hep özenilen, çoğu zaman en yakınları tarafından bile kıskanılan bir saadetti. Zaten Leman da ne zaman bu mutluluk bulutunun içinden kocasına baksa, içinde gizliden gizliye beslediği hüzün gölge olup yüzüne düşerdi. Bir gün kehaneti gerçekleşti. Tam da Necdet’in izin günü kapının zili çaldığında postacı elindeki telgrafı uzatmıştı. O an Necdet’in ölümünden kader kadar kendisinin de suçlu olduğunu düşünmüş ve bu vicdan azabının karanlık dehlizlerinde ömrünü tüketmişti. İşte o telgraf da duruyor fotoğrafların arasında. Necdet’ten gelen son haber olduğu için yanında yöresinde hiçbir şey olmadan tek başına duruyor. “Kızım olmasaydı yokluğuna dayanamazdım” diyor Leman. Dudaklarının arasından fısıltı gibi çıkan bu sözler evin sessizliğini yaran hayalet çığlıklarına dönüşüyor.
Eğer şu dünyayı saran pandemi belası olmasaydı şimdi İsveç’e giden THY uçağında olacaktı. Kızıyla öyle sözleşmişlerdi. Altı ay önce yeni bir iş, yeni bir hayat diyerek ülkeyi terk etmişti. Zaten artık çoğu böyle yapıyor. İlk başlarda çok karşı olsa da artık gençlere hak veriyor. Ülke için bir şey yapmak sadece fiziksel olarak burada olmakla olmuyor, buna çoktan ikna oldu. Bu akıllı güzel gençler çalışıp, didinip yine faydalı olurlardı. Bak dedi düşünceden düşünceye geçen iç sesi; dünyayı saran bu mikrobu bitiren yine Türk Bilim İnsanları değil mi? Leman tüm bunları söylerken kendini mi kandırıyor, hasretini mi küllendirmeye çalışıyor emin olamıyor. İşte, şimdi şu koskoca evde yapayalnız.
Aslında güçlü bir kadın olduğunu biliyor. Hani şu arabesk filmlerde derler ya “Hayat yordu” öyle bir ruh halinin içinde epey zamandır. Kızının gidişi, artık sokağa çıkamaz hale gelmesi, pandemi yasakları iyice bıktırmıştı. Her şey eskisi gibi olsa yürüyerek yakındaki alışveriş merkezine gider, artık sinemalar Beyoğlu’nda direnen birkaç tanesi dışında hep oralardaydı, festival filmlerinden izler, sonra da defterine notlar alırdı. Belki de bir takıntı halini almıştı bu yaptığı ya da Necdet’le anıları arasında kurduğu bir köprüydü. Kitaplıkta duran, izlediği filmleri özetlediği, üst üste birikmiş onlarca defterlere baktı. Her birini sanki kocasıyla konuşur gibi yazmıştı. İster takıntı ister boş bir uğraş ne olursa olsun onu meşgul ediyordu.
Kızı gideceği gecenin sabahında elindeki telefonu uzatmıştı: “Bunu kullanmayı sana göstereyim, seninkinden çok daha iyi, rahat rahat konuşuruz” demişti. Bu çağın fazla akıllı aletlerine lanet okuyor çünkü onlar kendisini aptal hissetmesine neden oluyor. Ne yaptıysa bir türlü alışamadı. Tüm bunları düşünürken, birden oturduğu yerden zıplatan bir alarm sesi duyuldu. Telefonun ekranında yanıp sönen ışığına baktı, sonra gözlüğünü takıp gelen mesajı okuduğunda kızının ismini gördü. Sesli bir mesaj göndermişti. O kadarını öğrenmişti, açtı. “Sen televizyonu sevmezsin bilirim anneciğim, belki de şimdi oturmuş gidemediğin filmleri düşünüyorsundur.” Ah bu kız! Sanki evin içinde gözleri var. Sesini duymak rahatlatıyor, dinlemeye devam ediyor: “Bak sana bir link atıyorum. Yapacağın şey çok basit. Bu linke basacaksın ve filmi izleyeceksin” Bir türlü beceremiyor. Bir sürü farklı sayfalar, reklamlar, kayan yazılar çıkıyor. Onlara bastıkça başka bir türlü şeyler, acayip reklamlar. Akıllı denilen bu aptal aleti duvara fırlatmak istiyor öfkeyle. Ama mantıklı kadın Leman, telefon da giderse nasıl kızıyla haberleşecek, kim bu karda kışta dışarı çıkacak da aleti tamir ettirecek? Öfkesini derin derin nefesler alarak dindiriyor.
Ayaklanan sinirlerini sakinleştirmek için tekrar pencerenin önüne geçiyor. Manzara terapi gibi. Çocuklar hiçbir şeyi umursamadan kartopu oynamaya devam ediyorlar. Ethem Murat da aralarında. O çocuk bu telefona hayran. Camı açıyor alt komşusunun oğluna sesleniyor. Bir o çözer bunun dilini biliyor. Oğlan oyunu yarım bırakmaya hevesli görünmese de tamam diyor, “10 dakika sonra gelirim Leman Teyze” Leman az sonra bu iş çözülecek biliyor, erzak dolabında bir avuç iri bulgur alıp içindeki sevinçle birlikte pencere kenarına serpiyor. Kuşları da düşünmek gerek bu soğukta hayvanlar ne yiyecek? Sonra Ethem Murat’ın sevdiği börekleri çözülsünler diye buzluktan çıkartıyor, yanına da sıcak sıcak kakaolu süt hazırlıyor. Tıpkı kızına çocukluğunda yaptığından. Filmin adını bir anlığına görmüştü: eskilerden bir film, Necdet’le en sevdiklerinden “Sevmek Zamanı” O küçücük ekrandan nasıl izleyecek bilemiyor ama yine de geçmişten kalan mutlu bir telaş yüreğinde pır pır ediyor, minik bir kuş oluyor, son bir çaba orada çırpınmaya devam ediyor.