Simsiyah bulutlar aniden gün ortasını akşam karanlığına çevirdi. Oysa sabahleyin nefis bir hava vardı. Kış güneşi, hafifçe esen lodos insana, ‟evde oturma, haydi dışarı çık,” diyordu. Zorunlu kişisel sebeplerle uzunca bir süre ertelediğim ziyaret için uygun bir gündü. Boğaz sırtlarındaki evi bulmak kolay olmadı. Çok değişmişti her yer. Yüksek binalar yumuşak, eğimli boğaz görünümünü bozmuştu. Beni yanıltan da bu oldu. Yoksa unutur muyum hiç Hikmet Hanım’ın evini! Otobüsten inince karşıdaki eczaneye ‟Çardaklı Konağa nasıl gidebilirim?” diye sordum. Hiç duymamışlar öyle bir yer. Çevreme baktım, başka soracak biri yoktu. Çaresiz eski hatıralarıma dayanarak önümdeki yokuşu tırmanmaya başladım. Bir süre gittikten sonra köşe başında küçük bir bakkal dükkanı gördüm. Terlemiş ve yorulmuştum. Burada biraz dinlenir, bakkala sorardım konağın yerini. Bir ümitle dükkana girdim. Bakkal, heyecanımı hissetmiş olmalı ki, konuşmadan önce nefeslenmemi bekledi. Tarif ederken hüzünlü bir gülümseme belirdi dudaklarında.
Tarif edilen köşeyi dönünce evi gördüm. Hatırlamıştım Hikmet Hanım’ın Çardaklı konağını. Çevreme baktım. Değişmeyen tek bina oydu. İlerledim. Biraz soluklanıp bahçe kapısını ittim. Gıcırdayarak açıldı. Paslanmıştı. Kim bilir en son ne zaman açılmıştı? Sağ taraftaki çardağı örten yabani asmanın yaprakları dökülmüştü. Kuru dallar arasından kurşuni renkteki gökyüzü görünüyordu. Rüzgar hızlanmış, bahçedeki ağaçları sallıyordu. Bir an önce görmek istiyordum onu. Hızla önümdeki taş basamaklara yönelip çıkmaya başladım. Eskiden ikişerli çıkardım. Merdivenin yarısına gelince yeniden soluklandım. Nefesim yetmemişti bir hamlede hepsini çıkmaya. Sonunda deli rüzgar yapacağını yaptı ve başımdaki şapkayı uçurdu. Saçlarım dağıldı; yüzümü, gözlerimi örttü. Elimle topladım. Saçlarımı çok severdi. Sürekli karıştırırdı. Gerçi şimdi bembeyaz oldu, ama hala gür. Yine ellerini sokabilir saçlarıma. Sonra arkama baktım. Şapka en alt basamakta, duvarın dibinde duruyordu. ‟İnemem,” dedim kendi kendime. ‟Giderken alırım. Bir an önce yukarı çıkmalıyım.”
Sonunda konağın kapısına vardım. Nefesim, biraz da heyecandan, sıklaşmıştı. Sigarayı bırakalı çok olmuştu ama tortusu hala hissediliyordu. Kısa bir süre bekledim. Kapıyı çalmadan önce başımı kaldırıp iki katlı eve baktım. Yıpranmıştı koca konak. Boyaları dökülmüş, kaplamalar ayrılmıştı. İkinci kat penceresinde, kenarları dantelli bir perde hafifçe sallanıyordu. Tanıdım hemen. Onun ördüğü dantellerdi. Sonra, perdeyi aralayıp o pencerenin önünde kahvelerimizi içerken yaptığımız sohbetleri hatırladım. Bu uzun zaman önceydi. Göğsüme bir sızı saplandı. Boşalan fincanları fal için kapatmazdı. ‟Şu andaki mutluluğumuzdan fazlasını istemiyorum,” derdi. Ben atılıp, ‟ya bir kısmet varsa,” derdim. ‟Kısmet varsa başkasının olsun,” derdi yavaşça. Elini tutup, ‟pekiyi” derdim. ‟İstediğin gibi olsun.” Sonra hüzünlü bir sesle, ‟bilirsin fallar her zaman iyi çıkmaz,” diye eklerdi.
Kapıyı çalıp bekledim. Zilin sesi içerde yankılandı. Az sonra ahşap merdivenlerden inen telaşlı ayak seslerini duydum. Yıllar öncesi gibi heyecanlandım. Bu sesler ona mı aitti? Beklenen bir misafir için acele eden birinin ayak sesleri. Hayır olamazdı. Gençliğinde de sakin bir yapısı vardı. Ne olursa olsun telaş göstermezdi. Göğsümde tuttuğum nefesi bıraktım. Yardımcı kadın olmalıydı. Nitekim kapıyı başında beyaz bir yazma olan genç bir kadın açtı. İçerden gelen lavanta kokusu ilk günkü gibiydi. İçime çektim hasretle. ‟Hikmet Hanım evde mi?” diye sordum.
Sessizce kenara çekilip yol verdi. Ben önde o arkada merdivenleri çıktık. Üst kattaki geniş sofaya açılan üç kapı da kapalıydı. Hangisi diye kadına baktım. Öne geçip ortadaki kapıyı açtı. Belli belirsiz bir ışık bulunduğumuz yeri aydınlattı. Bu defa lavanta kokusuna kolonya kokusu da karışmıştı. Az önce dantelli perdesi dışarıya uçuşan pencere kapalıydı. Havalandırmak için açılmış olmalıydı. Yatak pencereye karşı duruyordu. Hikmet Hanım gözleri kapalı elleri iki yanına uzanmış bir halde yatıyordu. Üstünde ekoseli bir battaniye vardı. Bu tür kumaşları pek severdi. Pliseli eteğini hatırlıyorum. Uyuyor mu acaba gibilerden kadına baktım. Ellerini hafifçe kaldırıp başını eğerek fısıltıyla, ‟hayır hep öyle yatıyor,” dedi. Uyuyup uyumadığı belli değildi. Yavaşça yaklaştım, başucundaki koltuğa oturdum. Damarları iyice belirginleşmiş elini şefkatle tuttum. Sıcak değildi. Avuçlarımın içine aldım. Yüzüne baktım. Öylece yatıyordu. Fakında değildi sanki. Hafifçe kaldırdım, eğilip öptüm. Tekrar yanına bıraktım. Yaprakları kurumuş bir dal gibiydi eli. Konuşurken sürekli sallayıp, söylediklerini pekiştirmek için yaptığı hareketleri unutmuştu. Şimdi dinleniyordu. Kahve fincanını, şarap kadehini, arada bir benim elimi tutan o canlı, sevecen el bu muydu?
Yüzü solgun görünüyordu. Pembe, dolgun yanakları, her an gülmeye hazır ağzı, muzipçe bakan gözleri yoktu. Zayıf vücudu dinlenmeye çekilmiş, yorgun bir şekilde kapanmış gözleri ve kaybolmuş yüz hatlarıyla yatıyordu. Dikkatli bakılmazsa nefes aldığı bile fark edilemezdi. Onu görmeden geçen yıllar hükmünü icra etmişti. Ben de öyle değil miyim sanki? Taş merdivenleri zor çıktım az önce. Nefes nefese kaldım. Başımdan uçan şapkamı bile alamadım. Hikmet Hanım birden içinde biriken, tuttuğu soluğu bıraktı. Gözleri hafifçe aralandı, kapalı ince dudakları oynadı. ‟Sen mi geldin?” dedi. Yeni bir soluk alıp, ‟ama geç geldin,” diye devam etti. Neredeyse fısıltı halinde çıkıyordu sesi. Hiç bir sözünü kaçırmamak için yatağa, yüzüne doğru iyice eğildim. Hiç bir mazeret bu sitemli sözün karşılığı olamazdı. Sözlerimin onu tatmin etmeyeceğini, yeterli gelmeyeceğini biliyordum. Onun için sustum. Hikmet Hanım yeniden konuştu. ‟Çok bekledim. Ümitle bekledim. Etrafımda yakınlarım, çocuklarım vardı. Lakin dostum, arkadaşım yoktu. İçimdeki duyguları, coşkuyu paylaşacak birini aradım. Seni aradım. Fakat heyhat! Sanki sır olup kaybolmuştun. Beni unutmadığını biliyordum. Aramanı, hatırımı sormanı istedim. Birlikte bir acı kahve içmeyi ne kadar özlemiştim bir bilsen.” Sustu. Bu kadar söz onu yormuştu sanırım. Tek kelime edemiyordum. Haklıydı. Aramamıştım. Ama unutmamıştım. Bunca yıldan sonra buraya gelişim bunun kanıtı değil miydi?
Bir süre sessiz yattı. Halsiz düşmüştü. Dışarda rüzgar hızını artırmış, iri yağmur damlaları camlara vurmaya başlamıştı. Pencereye bakınca havanın kararmış olduğunu gördüm. Birden Hikmet Hanım elimi sıktı. Sevinçle karşılık verip yüzüne baktım. Gözlerini iyice açıp, ‟biliyor musun Canip?” dedi. ‟Seni, ilk karşılaşmamızda biraz itici bulmuştum. Pek burnu havada, mesafeli, hatta biraz soğuk. Fakat sonra, hiç de öyle olmadığını anlamam uzun sürmedi. Bir beyefendi vardı karşımda. Tutuldum sana, ayrılamaz ve her daim arar oldum. Ses tonun beni rahatlatıyordu, huzur veriyordu. Saygılı ve koruyucu tavırların beni etkilemişti. Hatta ne yalan söyleyeyim o sıralar seni kıskanmaya bile başlamıştım.” Sustu, nefes nefese kalmıştı yine. Korktum bir şey olacak diye. Bunu anlamıştı sanki, merak etme gibilerinden elimi sıktı yeniden. Tedirgin bir rahatlama hissettim.
Doğru söylüyordu. Çok uzun yıllar aramamıştım onu. Yurtdışı görevimde geçirdiğim iş kazası yüzünden bir yıl yoğun bakımda kalmış, ardından üç yıl fizik tedavi görmüştüm. Zihnim eskisi gibi değildi. Konuşmakta, anlamakta zorluk çekiyordum. Sol tarafımda hafif bir kuvvet azlığı kalmıştı kazadan sonra. Terapistimin sayesinde ayağa kalkabildim. Nasıl karar verdim bilmiyorum: terapistimle evlendim. Gerçekten bana iyi baktı. Lakin yıllar içinde kendimi toparladıkça bu evliliğin yürümeyeceğini ikimiz de anladık. Bir süre yurda dönüp dönmemekte kararsız kaldım. Yılların ne kadar hızla geçtiğini anlamadım. Zihnimi topladığımda iş işten geçti mi, diye düşünmeye başladım. Döndükten sonra hissettiklerim beni umutsuzluğa sürükledi. Büyük bir acı içine düştüm. Yüzüne nasıl bakacaktım Hikmet Hanımın? Kendimi ezik ve kusurlu olarak görüyordum. Onu arayıp bulmak için harekete geçmekte duyduğum büyük isteğe rağmen bir türlü yerimden kımıldayamıyordum. Utanıyordum. Bunca zaman sonra onun söyleyeceklerini kaldırabilecek miydim? ‟Ne yüzle geldin!” derse. İşte bütün mesele buydu. Ben de yaşlanmıştım. Yüreğim dayanabilir miydi onun sitemlerine, serzenişlerine, hatta kızgınlığına?
Fakat korktuğum olmadı. O benden daha anlayışlı çıktı. Kadın olmanın verdiği koruyuculuk, yüce gönüllülük ve affedicilik ile beni mahcup etti. Hiçbir şey olmamış gibi karşıladı. Sanki bir hafta önce görüşmüşüz gibi yeniden sohbet ettik. Onun bu davranışı beni rahatlattı. Geçen uzun süreyi unutmamı sağladı. Hoşgörüsüyle insanca bir davranış gösterdi. Yüz ifadesinde olumsuz bir çizgi yoktu. Hep o konuştu, ben dinledim. Benim unuttuğum ne çok şeyi hatırlıyordu. Yılların birikimini bana aktardı. Yaşadıklarını, yaşadıklarımızı bir bir saydı döktü. Saygıyla sessiz kaldım. Bana, sen bunları nasıl unutabildin, beni nasıl arayıp sormadın, der gibiydi. Sanki ince bir sitem vardı sözlerinde. Böyle hissettim ki haklıydı.
Çardaklı Konak’tan ayrıldığımda vakit gece yarısını geçmişti. Düşürdüğüm şapkamı bulamadım. Kim bilir rüzgar nereye savurmuştu. Çıktığım yokuşu inerken onun sakince yatağında yattığı halde hiç ağzını açmadığını, göz kapaklarını aralamadığını ama eli elimdeyken ne kadar çok şey söylediğini anlamıştım. Yüreğimdeki bu acıya ne kadar dayanabilirim, bilmiyorum. Otobüs durağında yanağımdan aşağı doğru süzülen sadece yağmur damlaları değildi.