“Bir şey mi dedin, Saime?” diye sordu adam.
“Efendim?” dedi kadın, çok ağır bir uykudan uyanır gibi. Havada sessizliğin oluşturduğu yoğun bir katman vardı. Bu saatlerde açık balkon kapısından içeriye doğru süzülen yol boyu gidip gelen araç-
ların, insanların sesi yoktu, tek bir ses ya da başka bir yerden türeyen herhangi bir gürültü.
“Diyafondan bir ses geldi galiba. Ekmekçi gelmiş olmasın.”
“Başka kim gelecek ki?! Sokağa çıkma yasağı var, malum!..”
Giriş kapısının yanındaki diyafona baktı. Yatak odasına doğru yürüyüp, pijamalarını değiştirdi Hüsnü. Bu ufunet çökmüş, karantina günlerinde hayatlarındaki tek hareketlilik, sabah akşam siteye gelen ekmek arabası. Seyyar fırıncı uzaktaki taş fırınından ekmek, arada sırada da gevrek simitler getiriyordu. Fırıncının geldiği haberi güvenlikçiler tarafından, dairelerin girişinde bulunan diyafon aracılığıyla duyuruluyordu.
Hüsnü, mutfak kapısındaki asılı bez torbayı aldı. Maskesini taktı, iri ellerine de eldivenlerini yalapşap geçirdi. Vestiyerden bez ayakkabılarını çıkardı. Dirseğiyle asansörün düğmesine bastı. Asansörü beklerken koridorun karşı tarafından Metin Bey göründü. Bir buçuk metre mesafede selamladı Hüsnü Bey’i. Bir şaka gibi başlayan bu tantana, yerini korkuya, endişeye ve karanlığa bırakmış gibiydi. Geçen günler boyunca verilen mesaj, dışarı çıkmayın, sakin olun, ellerinizi bol suyla yıkayın, maske takın ve sosyal mesafenizi koruyun olmuştu. Herkesin yüzünden sıcak bir panik ve bitmeyen bir gerginlik okunuyordu. Tehlike büyüyordu. Bazı şehirlerin hastanelerinde yer kalmadığı söyleniyordu. Toplu salgınlarda, yaşanan savaşlarda, doğal felaketlerde ve haksız kıyımlarda büyüyen korkunun dağlarından inerdi bu hiddetli rüzgâr. Çünkü insanlar bir an önce bu zor durumdan çıkmak ister ve zaman; bir kumandanın ileri tuşuna basılır gibi çabucacık geçsin isterlerdi. Böyle zamanlarda eserdi geçzamangeç rüzgârı.
Asansörün düğmesine bastıktan sonra Metin Bey:
“Bu covid-19 ne zaman bitecek Hüsnü Bey?”
“Vaka sayısı her geçen gün artıyor. Bitse de kurtulsak. Off off..” diye hızlı hızlı söylendi Hüsnü.
Asansörden inip, bahçeye varır varmaz yüzlerini yaladı gaipten gelen geçzamangeç rüzgârı. Diğer bloklardan bahçeye inen insanlar, ekmek arabasının olduğu büyük girişe doğru yürüyorlardı. Kalabalıktaki insanlar, ekmeğini bir buçuk metrelik sosyal mesafeye uyarak aldıktan sonra, yeniden, kiminin yegâne sığınağı, kiminin de kutsal mabedi olan evlerine doğru yöneldiler. Cebindeki anahtarıyla dış kapıyı açtı Hüsnü. Evin içi sirke kokuyordu. Saime, elinde mavi bir toz beziyle yine toz alıyordu. Ruhundaki fırça darbelerinden, yüreğindeki cehennemlerden ancak böyle kaçıyordu karısı. Her gün yaptığı temizlikle, hey hayat, ben de buradayım! demenin reveransını yapıyordu adeta. Hayatındaki sorunları, temizlikle perdelemeyi iyi öğrenmiş kadınlardandı. Bez ekmek torbasını duvardaki küçük askıya astı. Maskesini çıkarıp çöp kutusuna attı. Banyoda ellerini bol su ve sabunla, parmaklarını da iyice ovalayarak yıkadı. Aşağıdaki gerginlik rüzgârından yüzünde bir endişe çizgisi peydah olmuş, öylece kalakalmıştı:
“Her gün her gün toz mu alınır yav? İyice hasta oldun sen, temizlik hastası.”
“Senin temizlik anlayışınla benim temizlik anlayışım bile uyuşmuyor. Bu hastalıklı günlerde daha fazla dikkatli olmalıyız. Düzenli aralıklarla temizliğe, arınmaya ihtiyacımız var.”
“Hasbinallah… Hangi konuda karşı çıkmadın ki sen bana? Cık cık!”
Gittikçe sesi alçaldı, eskimiş cümleleriyle homurdanıp durdu. Yıllarca tekrar edilen, anlamını kaybeden sözcükler yığının büyük istilasında yaralanmıştı. Açık kahverengi kanepeye uzandı. Oturmayı bilmezdi Hüsnü. Onun için oturmak, televizyonun karşısında kendisiyle özdeşleşen siyah kumandanın hâkimi olmak ve kareli pikenin altına girip boylu boyuna uzanmaktı. Televizyonda spiker, salgının yurdun dört tarafını kuşattığını ve hastanelerin artan vaka sayılarına yetişmek için yeterli donanımı sağlamak konusunda canla başla çalıştıklarını söylüyordu. O an balkondan içeri süzülen hava akımı bir şeyler mırıldanır gibi oldu. Derin bir iç geçirdi Hüsnü, zamanın bir an önce, önüne gelen her şeyi kendisiyle sürükleyen bir sel gibi, bu salgını da alıp götürmesini istedi. Evde tıkılıp kaldıkları her gün, hiç şaşmadan Saime ile girdikleri laf dalaşından usanmıştı. Kaçacak, gidecek başka bir delik de yoktu. “Yok masayı niye dağınık bıraktın, balkondaki küllüğü temiz bırak, evi sen süpür ben sileyim, tozu da alıyorum, balkonları da yıkıyorum, lavabolar ve banyo, tuvaleti de ben yıkıyorum,” diye bıkmadan söyleniyordu. Bu laf ebesi kadına, her gün kendini kahveye atarak, arkadaşlarıyla kâğıt, tavla oynayarak dayanıyormuş meğer. Bu salgın, onun kaçtığı gerçekleri nasıl da acımasızca gün yüzüne çıkarmıştı. Dışarıda peyderpey büyüyen sosyal mesafe, içeride görmezden gelinen boşluğu daha da büyütmüş, derinleştirmişti. Bütün iliklerinde hissediyordu bunu.
Hayırsız torunları bir kez bile aramıyordu. Büyük oğlan Selim, kısıtlamaların olmadığı günlerde evlerinin alışverişini yapıyordu. En son alışverişte, ‘baba banka kartın biraz bende kalabilir mi?’ demişti. Marketi yapıyor ya, onun karşılığını çıkaracaktı zahir gâvurun oğlu. Üç kuruşluk emekli maaşına göz diken hayırsız evlatlar için mi dövünüp durmuştu onca sene? Dışarıdaki rüzgâr kuvvetlenerek ağaçları ileri geri sallıyor, gökyüzü gri bulutlara teslim oluyordu. Hüsnü’nün gözleri televizyonun renkli ışıltısından kayıp, duvardaki bir noktada toplandı. Denizde rotasını bilmeyen bir geminin sağa sola yalpalaması gibi, yıpranmış duyguları dalgalandı.
Bu gerilimin, sakin bir gevşeklikle değiş tokuş yapması ümidiyle balkona çıktı. Eski iskemleyi kendine doğru çekerek oturdu. Karşı taraftaki büyük konutların inşaat işçileri, salgın demeden ağır ağır çalışmaya başladılar. İçlerinden, omuzları çökmüş, beli kamburlaşmış, esmer bir işçinin çöplerin yanından geçerken, yukarıdan aşağıya doğru büyük bir kalıp tahtası başına düştü. Büyük bir çığlıkla olduğu yere yığıldı adamcağız. İşçinin arkadaşları koşar adımlarla etrafına toplandı. Hüsnü de oturduğu yerden kalktı. Bir hüzün dalgası geçişiminde, günlük yevmiyelerini çıkarmak için salgın demeden çalışan insanların üzgün yüzleriyle buluştu kısık gözleri. Gürültüyü içeriden duyan Saime de telaşla balkona çıktı, karşıdaki zavallı adamın durumuna ‟ah vah” edip durdu. Dünyanın herhangi bir yerinde, acı çeken insanların karşısında duyumsadığı çaresizlik canlandı Hüsnü’nün gözlerinde. Ürkek bakışlarında yaralayan koca bir dünya vardı şimdi ve hiçbir yere kaybolmayan, pandemi süresince kendisine adım adım yaklaştığını hissettiği ölümün soğukluğu yayıldı yorgun kalbine. Bu bulanık kare, daha önce izlediği karmaşık bir filmi hatırlatıyor, dünyanın beyhudeliğine yapışıp kalan düşüncelerini her yana istemsizce bırakıyordu. Hayat, tüm bu zorlu gidiş gelişlerin sonunda daha farklı bir yere varmayı ummak ama beklenmedik bir anda tüm çabanın bir yere varamadan yarım kalması mıydı?
Yeryüzündeki bütün soğuk kabullenişler ağrılıdır, diyerek büyüyordu geçzamangeç rüzgârı ve yerdeki sarı kumları hareketlendiriyordu. Zaman umarsızca dönüyor, birbirinden habersiz karşılaşan benlikleri fark ettirmeden çürütüyordu. Uzaktan inşaata doğru yaklaşan ambulansın sesi duyuluyordu…
Kalemine sağlık