Yıllanmış teybe uzun zamandır dinlemediğim, sadece o türküyle dolu kaseti yerleştirdim. Eski bir yaranın kabuğunu bu içli türküyle kaldırdım. Kurumuş bir yaramın. Yaşananların biçimi değişse de hissettirdikleri aynı. Her türlü yaradan sonra filizlenen umutlar gibidir yaşamak benim için, öyle de yaşadım…
O gün sarı yol lambaları sönerken düşmüştüm yola. İplik fabrikalarındaki işçiler uyuklayan gözlerle sıralandıkları durakta büyük otobüse binmeyi beklerken uzun boylu bir çöpçü gri kaldırımları süpürüyordu. Adıyaman Kalesi’nin eteğindeki irili ufaklı toprak damlı evlerin arasından, dar sokaklardan aşağı sürdüm motosikletimi; babamın, abimle benim için açtığı, banyo sobası yaptığımız küçük dükkâna…
Eskiden banyolarda ince, uzun teneke sobalar olurdu, kazanında ısınan suyla banyo yapardı ev halkı. Tenekeci İsmail’in torunu derlerdi bana. Babam, aile yadigârı mesleğimizi hiç bırakmamış, tekel işçiliğinden arta kalan zamanlarında hep sürdürmüştü. Zanaat öğrenelim diye büyük bir titizlikle abimle bana da öğretti bu işi.
Tütün kurutulan bahçeli evleri geçtikten sonra Mor Petrus ve Mor Pavlus Kilisesi’nin önünde durdum. Kilisenin giriş kapısı kilitliydi. Porselen gibi duru gökyüzünde beliren güneş, çekingen bir kız edasıyla nazlı ışıklarını salmaya başlamıştı. Gün ağarırken, kilisenin giriş merdivenine oturdum. Zelda’nın yüzü belirdi karşımda. İri, çekik gözleri, lüle lüle saçları… O gözleri, görür görmez kalbime mühürlemiştim, oraya başka hiçbir gözü iliştiremedim bir daha da. Aramıza giren bu taş bina mıydı? Zelda’nın büyük annesinin, geçmiş zamanlarda bu kiliseye gidip gelmesi ve geçmişi hakkında kimselere sır vermemesi, ailemin onlar hakkında asılsız, olumsuz düşünceler geliştirmesine neden olmuştu. Kilisenin kapısına doğru yürüyerek Zelda’yı diledim yüce yaradandan.
Motorumu gideceğim yola kırarken sırnaşık rüzgâr yüzümü yalıyor, zihnim karmaşık serzenişlerle bulanıyordu. Anneme Zelda’yı istiyorum dedikçe, efendim onlar bize uygun değilmiş, soyları hakkında iz getiremiyorlarmış, ecnebi miymiş, neymiş? Kızın perilerle konuşan büyük annesi eski zamanlarda kilisede mumlar yakarmış. “Kendi asil ailemizdeki genç kızlara kıran mı girdi evlatçığım? Gülendam, çulsuz el arabacısının kızını oğluna aldı, dedirtmem ben, o kızı çıkar aklından Sait, çıkar!” diye tepiniyordu evimizin sultanı. Aramıza koyduğu aşılmaz sıra dağlarıyla, can acıtan bahaneleriyle kendisinden uzaklaştırıyordu beni. Keskin sözleri kulaklarımı uğuldatıyordu.
Dükkâna varınca kepenkleri kaldırıp küçük tüpün üzerine çay suyu koydum. Akşamdan dağınık kalan aletleri yerlerine kaldırdım. Yarım kalan işlere verdim kendimi. İçimde büyüyen kötücül sesleri duymamam gerekiyordu. Teybe sadece o türküyü doldurttuğum kaseti taktım hemen. Zelda, dükkânın önünden geçerken teybi son sesine kadar açıyordum:
Düz dara yar düz dara yar zülüfün düz dara / Doksan dokuz yarem var sen açtırdın yüz yara
Uy amman amman burası Adıyaman / Âlem düşman kesilir seni sevdiğim zaman
Zelda, gizlice verdiğim mektupları almış ama sonrasında hiçbir haber göndermemişti. Bazen evlerinin önünden motosikletimle geçerken pencereden bana doğru hınzır bir bakış atıyor, aydınlık yüzünde çekingen bir tebessüm kalıyordu. O an sanki bahar kokuyordu her yan, bütün meyve ağaçları çiçek açıyordu, üstümüzdeki mavi semadan ansızın büyük bir gökkuşağı çıkıyor bütün renklerini belirsiz hayatıma damlatıyordu. Her rengi bırakıyordu içten gülüşü, ahenkli sesi, yumuşak tavırları. Bir nehir, hasretle kavuşmak istediği büyük denizine kavuşur gibi sevinçle çağıldıyordu. Kuraklığıma denizdi, renksizliğime canlı bir renk, karanlığıma süzülen sonsuz ışıktı Zelda…
Büyük tenekeleri düzleyip istiflerken dayım uğradı. Gizliden gizliye kanayan yaramı açtım. Sırrımı ona dedikçe sesim kısıldı, boynum büküldü. Umutsuzluğa gerek olmadığını, annemle konuşacağını söyledi. O sevinçle dükkânı abime teslim edip atladım motora. Pirin Mağaralarına gittik arkadaşlarla. O türküyü söyleye söyleye içip içip zil zurna sarhoş oldum. Arkadaşlarım eve bıraktıklarında kendimden geçmişim. Annem ağzıma kaşık kaşık yoğurt tıkıştırdıkça çıkardım midemdekileri.
Yatağımın başucunda oturuyordu Gülendam Hanım, yerdeki el dokuması kilime bakıp susuyordu. Susuyorduk. Son zamanlarda annemle en iyi yaptığımız şey çok derinden susmaktı. Birlikte sustukça zayıf, çaresizliğe teslimiyetçi duygusallığımla yatağa siniyor, iyice büzüşüyordum. Sinsi bir huzursuzluk kapladı küçük odayı. Bir süre sonra kalktı, elinde ahşap çerçeveli bir aynayla döndü, bana doğru çevirerek, “Sen bu musun?” diye sordu hışımla. “Tükenmiş, zavallı, kendini sonu olmayan bir aşkın sivrilen kılıçlarıyla içten içe bitiren, benim küçük oğlum mu?” Odaya giren babam aynayı elinden aldı, söylenerek dışarı çıkardı annemi.
Boşluğu fırsat bilip ani bir kararla hızla kalktım, fırladım odadan. Mutfağa geçtim hemen. İlaç kutusunu kaptığım gibi bütün hapları avucuma çıkarmaya yeltenirken babam yetişti, omuzumdan tuttu. Kutuyu aldığı gibi bütün gücüyle uzak bir köşeye fırlattı, anneme seslendi. Annem olanları anlayınca hıçkırarak ayaklarıma kapandı, “Kendine gel Sait, kendine gel artık!” diye feryat figan ağlıyordu. Ayaklarıma dolanan buruşuk ellerinden tutarak kaldırdım ve sarıldım, “İyi bir evlat değilim ben anne, iyi bir âşık, iyi bir kardeş, iyi bir insan!” Annem, “Her şey düzelecek oğlum,” diyerek sırtımı sıvazladı. Odama geçtim, yatağımın yanına yer yatağı serdi babam, bütün gece yanımda uyudu.
Düştüğüm dipsiz kuyudan çıkmak öyle kolay değildi, günlerce yatakta kaldım. Zelda beni merak etmiş, arkadaşıyla haber yollamış, geçmiş olsun dileklerini iletmişti. Gelen doktorun yazdığı ilaçları şaşmadan içtim, annemin şifacı bacı çaylarını, çorbalarını… Gülendam Hanım tükenmez enerjisiyle bir gün başıma kurşun döktürdü, bir gün odalara ada çayı yakıp gezdirdi, yaşlı teyzelere tesirli dualar okuttu.
Biraz iyileşince eski Kommagene Krallığı’nın anıt heykellerinin yer aldığı Nemrut Dağı’na bakan bağ evimize gittik dayımla. Günlerce toprakla uğraştık, sevdiceğimi tek bir an bile unutmadım. Bir hafta sonu, aile büyükleri toplandı ve Zelda’yı isteyeceğimiz günü belirledik. Ailesine haber yolladık fakat bu sefer de onun ailesi bizi kabul etmedi. Hayatın burgacında sağa sola savrulup duruyordum, sonra dayım bir daha haber yolladı. Bu defa kızlarının gönlü olduğu için bizi kabul ettiler evlerine. O yaz içerisinde hazırlıklarımızı tamamlayıp evlendik. Annem-babam, başlarda gelinlerini kabul etmekte zorlansalar da onun iyi kalbini ömürlerinin son demlerinde daha yakından hissettiler.
Kaset bitince arka yüzü çevirdim. Hoyrat zaman, acımasız hükmünü bedenimde hastalıklarla hissettiriyor, yaşlandım artık. Hâlâ dükkâna gidip geliyorum. Bir zamanlar istenmeyen aşkı için zor badireler atlatan ben, şimdi insülin iğnemi kendime yapamayacak kadar cesaretsizim. Ürküyorum. Zelda perhiz yemeğimi hazırlıyor, iğnemi yapıyor. Bir kez bile onu sevmekten vazgeçmedim, türkümüzü dinlemekten de…
Düzdedir yar düzdedir yar zülüfün dizdedir / Nice güzeller sevdim hala gönlüm sendedir
Uy amman amman burası Adıyaman / Alem düşman kesilir seni sevdiğim zaman…
Harika bir yazı olmuş ❤️
Okudukça yaşatan bir öykü olmuş kalemine sağlık ❤️
çok iyi, türküyü arka planda açınca efsane ötesi…