Son zamanlarda tanyeri ağarırken açıyordu gözlerini. İşi gücü de yoktu. Yatıp uyusa ya! “Ah gençlik!” dedi iç çekerekten. Zorla uyandığı, hep telaş içinde koşuşturduğu günleri anımsadı. Güzel günlermiş! Yeniden dönebilse… Nasıl da uçup gitmişti onca zaman! Ne çabuk gelip çatmıştı yaşlılık! Bir gün yaşlanabileceğini hayal bile edemiyor insan. Gençlik başında duman… Oysa bak, çat kapı gelivermişti işte!
Uyumayı denedi ama iyiden iyiye kaçmıştı uykusu. Yavaşça indi yatağından, yanındaki odanın kapı aralığından torununa sevgiyle baktı. Öylesine derin uyuyordu ki. Kim bilir hangi düşlerin sarmalındaydı.
Soğuk şubat güneşi doğmak üzereydi… Önce mutfağa girip çayını demledi. Çayın kokusunu, tadını, duyumsamadan başlayan gün, gün değildi onun için. Sonra salona geçip, her zamanki yerine oturdu. Kocasından anı kalan küçük el radyosunu açtı. Bir türkünün ezgisi sazın tellerinden havalandı, çayın demine sarmalanıp karıştı havaya.
“Ne ağlarsın benim zülf-ü siyahım. Bu da gelir, bu da geçer…”
“Offf, of! Geçmiyor işte! Yaşlandıkça yol arkadaşını daha mı çok arıyor insan?”
Yalnızlık, canını yakıyordu kocasını yitirdiğinden bu yana. Yarım asır bir yastığa baş koymuşlardı dile kolay. Aslında yalnız sayılmazdı. Çocukları, torunları… Ama her biri kendi telaşlarında… Yaşam eskisi kadar kolay değil elbet.
Gittikçe yoğunlaşan çay kokusuyla hayallerinden sıyrılıp, mutfağa geçti, çayını özenle doldurdu. Güne başlamanın en güzel yanıydı bir bardak demli çay. Bir yudum aldı, uzun bir “oh!” çekti. Yalnızlığın verdiği hüzün o ince belli bardağın sıcaklığında yitip gitti.
Güneş yükseliyor, şehir daldığı derin uykudan uyanıyordu yavaş yavaş. Sabahın ilk telaşları başlamıştı caddede. Taşıt sesleri, sessizliği yırtarak oturduğu apartmanın altıncı katına dek ulaşıyordu. İlçeye ilk geldiklerindeki dinginlik, sessizlik yoktu artık. En çok o dinginliğini sevmişlerdi oysa.
“Ne çabuk değişti yaşam! Güzelim evler, köşkler ne zaman betona teslim oldular. Güzelliklerimizi koruyamıyoruz, neden bu kadar hoyratız doğaya karşı? O sessizlik, o ağır akan zaman nerede?”
Son zamanlarda eski evleri, köşkleri yıkmak moda olmuştu.
“Uygarlık sanıyorlar betonlaşmayı. Oysa binlerce yıllık yerleşim yeri bu ilçe… Kimler gelmiş, kimler geçmiş. Koruyamıyoruz, geleceğe taşıyamıyoruz yaşanmışlıkları…”
Kentin yakın tarihine tanıklık eden Levanten köşkleri birer birer yok oluyordu. Geçmişin bin bir çiçek kokulu bahçeleri, zamanın acımasızlığına yenik düşmüştü çoktan. Üzerinde yaşadıkları yerin tarihini, kültürlü toprağa gömmek nasıl bir duyguydu?
Eşinin görevi nedeniyle geldikleri bu güzel ilçeyi çok sevmişler, emekli olunca da yerleşmişlerdi. Mandalina, portakal ve limon ağaçları arasında kaybolan iki katlı evler, cadde ve sokaklarda yol boyunca uzanan turunç ağaçları, bahar geldiğinde havaya karışan, narenciye çiçeklerinin keskin kokusu… Yıllarını farklı coğrafyalarda geçirmiş insanlar için portakal kokulu bir kentte yaşamak sevinçler getirmişti yaşantılarına.
“Güzel günlerdi, güzel!” diyerek uzun bir soluk aldı.
Ah! Bugün neler oluyordu ona? Bir duygusallık, bir huzursuzluk… Yaşlılık evet yaşlılık belirtileriydi bunlar, üzerine hiç konduramadığı… Şalına sarınıp balkona çıktı. Temiz hava almaktı amacı ama yanıldı. Göz gözü görmüyordu. Havaya yükselen yoğun dumanın ardında saklanmış güneş, rengini yitirmiş cılız ışıklarıyla, sabahı aydınlatmaya çalışıyordu. Keskin bir kömür kokusu genzini yaktı Esma Hanımın. Bazı apartmanlar inatla kullanıyorlardı kömürü ucuz diye. Yoksul mahallelere de devlet eliyle dağıtılıyordu en kalitesizi.
Balkonda sağa sola bakınırken gözü karşı köşkün bahçesine ilişti. Küçük bir çığlık attı. Kendisini tutmasa avaz avaz bağıracaktı. Eliyle kapadı ağzını. Gözlerine inanamıyordu.
“Aman Tanrım! Leyleklerin ağacı…”
Ne yapacağını şaşırmış, aşağı yukarı gidip geliyordu. Uyandırsa mıydı torununu?
Köşkün bahçesinde upuzun yatan ağaca, leyleklerin, onca yıldır emek emek yaptıkları dağılan yuvalarına baktı içi sızlayarak. Sızlamak ne ki? Kor düşmüştü yüreğine, kor.
“Eliniz kırılsın! Ne istediniz hayvanların yuvasından. Ne zararı vardı kestiniz ağacı.”
Ağaç ve yuva onlar buraya geldiklerinde vardı. Yirmi küsur yıl geçmişti aradan. Ta ki bu sabaha kadar…
Evlerine ilk taşındıklarında -her ne kadar gözlerini kaçırsalar da- karşı köşkteki Levanten ailenin köklü geçmişiyle örtüşen yaşantılarına, geleneklerinin getirdiği düzene tanık olurlardı altıncı kattan. Güzel ve bakımlı bahçenin kuşkusuz en değerlisi, üstünde leylek yuvası olan kurumuş bir ağaçtı. O ağaca kimse dokunmamış hatta değer vermişlerdi besbelli. Kuru bir ağacın çok ötesinde… Sarmaşıklar yemyeşil kollarıyla onu gönendirmek istercesine gövdesini sarmışlar, yuva da ağaca taç olmuştu. Son yıllarda, dokusu ve sessizliği bozulan ilçedeki evlerinden ayrılmaya karar veren aile, yüz yıldan fazla bir zamandır oturdukları ata yadigârı köşkü satılığa çıkarmışlardı. Bırakıp gittiklerinde, onlarla birlikte bahçenin neşesi de uçup gitti. Çiçekler boynunu büktü. Köşk uzun süre boş kaldıktan sonra yeni zaman zengini bir aile tarafından satın alındı. Yakınlarının anlattıklarına göre aile, bahçedeki ağacı kesmemeleri için evin yeni sahiplerinden özellikle ricacı olmuşlardı.
Esma Hanım’ın içi yanıyor, gözlerinden akan yaşlara engel olamıyordu:
“Ne istediniz hayvancıkların yuvasından?” dedi yineleyerek.
Leylek ailesi mart sonlarına doğru gelirlerdi uzaklardan. Ağacın çevresinde bir kaç kez dönerler sonra yerleşirlerdi yuvalarına. Bir çeşit tavaf… Esma Hanım, leyleklerin bunu yuvalarını yerinde bulmanın sevinciyle yaptıklarını söylerdi torunlarına. Hemen onarıma başlarlardı. Öyle ya! Koca bir kış geçmiş üzerinden. Dişi yuvayı beklerken, erkek yuvanın eksiğini tamamlardı. Mayıs ayı geldiğinde küçücük kafalar belirirdi yuvada. Bir süre sonra minik yavruların uçmayı öğrenme çabaları başlardı ufak ufak. Ağustosta iyiden iyiye ustalaşırlar, ailece küçük gezmelere çıkarlardı. Göç zamanıydı eylül. Tüm aile gönül rahatlığı ile veda ederlerdi yuvalarına ve ilçeye. Geldikleri gibi, yuvanın çevresinde birkaç kez dönerek… Ah! Nasıl da kıymışlardı ağaca. Var mıydı bizim kültürümüzde yuva bozmak? Kuşlar için kuş evleri yapan bir kültürden gelmemiş miydik? Yuva yıkanın yuvası olmaz diye boşa mı söylemiş atalarımız? Tekrar boylu boyunca yatan ağaca ve dağılan yuvaya baktı kederle.
“Günaydın anneanne. Sabah sabah ne işin var balkonda üşüyeceksin.”
“Ah yavrum! Gel de acımasızlığı gör.”
Torunu da şaşırmıştı.
“Kim kesmiş? Ne istediler yıllardır duran ağaçtan?”
“Oturanlar elbet. Birkaç yıl göz boyadılar çevreye karşı. Eskiden böyle miydi? Uğur sayılırdı leylekler. Kimin bacasına, kimin ağacına yuva yapsa sevinçle karşılanırdı. Kimse dokunmazdı yuvalara “günah” diye. Çevrene bir bak! Ne ağaç bıraktılar, ne baca. Her yer beton. Hayvancıklara yaşam alanlarını dar ettik.”
Mart sonuna doğruydu. Ufukta iki karaltı gördü Esma Hanım. Günlerdir gözü yolda bekliyordu zaten. Yaklaştılar, yaklaştılar. İşte gelmişlerdi yuvanın sahipleri. Geniş kanatlarını açıp, uzun bacaklarını öne uzatarak inişe geçtiklerinde yuvayı göremediler. Tekrar yükseldiler. Havada bir tur atıp geri döndüler. Ama yoktu yuvaları. Bir daha… Bir daha… Bir daha…
Leylekler gerisin geriye uçup giderken onların umutsuzluklarını, acılarını yüreğinin derinliklerinde duydu Esma Hanım. Çok uzun yollardan gelmiş de evini yerinde bulamamış gibi yandı yüreği.