Gelecek vadeden genç yazarlara verilen Somerset Maugham Ödülünü 1976 yılında alan İlk Aşk Son Törenler adlı ilk kitabıyla edebiyat dünyasına adım atan 1948 doğumlu İngiliz yazar Ian McEwan’la Türk okurlar, yazarın 1988’de Man Booker Ödülü’nü alan Amsterdam adlı kitabını Can Yayınları’nın 2000 yılında Amsterdam’da Düello adıyla Türkçeye çevirip yayınlamasıyla tanıştı. Tanıştıktan sonra sevmiş olmalıyız ki, sonrasında birçok kitabı Türkçe ’ye çevrilmiş. Yazımızın konusu Kefaret’e kadar genellikle karanlık, gotik bir tarz benimseyen yazar ilk defa Kefaret’te bambaşka bir dil kullanarak okuyucunun karşısına çıkar. Kitabın 2. Dünya Savaşı öncesi İngiltere’si, 2. Dünya Savaşı, özellikle İngilizlerin büyük yenilgisi Dunkirk Tahliyesi fonunda bir aşk hikayesini kapsaması İngiliz okurlar ve eleştirmenler tarafından çok olumlu puan alır. Kitabın filminin de çekilmesi ve hatta Oskar alması kitabın dolasıyla yazarın dünyada tanınmasına neden olur. Ancak kitabı buna indirgemek hem çok yüzeysel kalır hem de yazara haksızlık olur. Kitap gerçekten bu ögeleri içerse de aslında 1935 yılında on üç yaşında olan Briony’nin hikayesidir esas hikâye. Briony üzerinden insani korkuların, sevgi ve ilgi ihtiyacının, yanlış anlamaların, suçluluk duygusunun, pişmanlığın, affedilme ihtiyacının, özetle insan olmanın temel yapısını en ince ayrıntısına kadar irdeleyen yazar, yazar olmak isteyen ve sürekli yazan Briony üzerinden geçmiş ve günümüz edebiyat akımlarını da sorgular. Hatta kitabının daha çok yazarlara hitap ettiği için pek de satmayacağını düşündüğünü söylemiş yayınevine teslim ederken.

 

Kitap dört bölümden oluşuyor. İlk bölüm 1935 yılında yani savaştan önce ama bir savaşa girileceğinin öngörüldüğü yıllarda geçiyor. Bu bölümde bize kitapta anlatılan hikâyede önemli rol alan karakterleri tanıyor ve kitabın ana hikayesini oluşturan olayların önünü okuyoruz. Roman Briony’nin okuldan gelecek olan abisi için yazdığı oyunu sahneleme çabasıyla açılıyor. Daha ilk satırlardan kahramanımızın en büyük hayalinin yazar olmak olduğunu anlıyoruz. İlk bölüm bittiğinde Briony’nin hayal gücünün ürünü olan bir yalanla suçsuz bir insanı hapise göndermesiyle şaşkınlık, öfke, inanamazlık duygularıyla ikinci bölüme geçiyoruz. İkinci bölüm ise kuzenine tecavüz ettiğini gördüğünü söylediği, kâhyanın oğlu Robbie’nin hapisten savaşa gitmeyi kabul etmesiyle çıktığını ve Almanların Fransa cephesinde İngiliz ordusunu denize doğru süpüre süpüre ilerlemesi sırasında dağılmış İngiliz ordusunun bir askeri olarak görüyoruz. İlk bölümde Tanrı anlatıcıyı tercih ederken yazar, bu bölümde Robbie’nin ağzından ben anlatıcı olarak yazıyor. Nispeten uzun olan bölümde Briony’nin ablası Cecilia ile Robbie’nin ilişkisinin devam ettiğini ve savaşın tüm zorluklarına bir gün kavuşacakları inancıyla dayandığını anlamamızın ötesinde ana hikâyeye nasıl bir katkısı var tam anlayamadım son bölüme gelinceye kadar. İlk bölümde kâhyanın oğlu olmasına rağmen evin babasının maddi desteğiyle Cecilia ile aynı okula yani Cambridge’e gittiğini, Cecilia okulu üçüncülükle bitirirken onun birincilikle bitirdiğini, Cambridge’de okuduğu İngiliz Edebiyat’ından vazgeçip tıp okumak istediğini biliyoruz. Düzgün bir insan olduğu hissi zaten ilk bölümde verilmişken tarihsel bir üstkurmacayla hem Dunkirk’i bir askerin ağzından anlatıyor hem de Robbie’ye neredeyse kahramanlık mertebesi yakıştırıyor bu bölümde. Yazarın kitapla ilgili yaptığı birkaç röportajı okuduğumda, babasının da orduda asker olduğunu, 2. Dünya Savaşı’nda savaştığını, bu nedenle o döneme ait bir şeyler yazmak istediğini, ¨bu hikâyeye savaşı entegre edebileceğimi düşündüm.” diyor. Üçüncü bölümde ise Dunkirk Tahliyesinin olduğu 1940 yılındayız. Bu bölümde 1935 yazında olan olaylardan sonra Briony’nin yaptığı hatayı anladığını, bu hatanın kefareti olarak ablasının gittiği Cambridge’e gitmekten vazgeçtiğini ve Londra’da savaştan yaralı dönen askerlerin tedavi edildiği bir hastanede askeri bir disiplin içinde, tüm zorluğuna rağmen şikâyet etmeden hemşirelik yaptığını görüyoruz. Gene Tanrı anlatıcının tercih edildiği bu bölümde Briony’nin suçluluk duygusunu, pişmanlığını, hayatına normal bir şekilde devam edebilmek için ablası ve Robbie tarafından affedilme ihtiyacını aktarıyor okuyucuya yazar. Son bölüm ki, son söz olarak geçiyor, 1999 yılında yetmiş yedi yaşını kutladığı doğum gününde, başarılı bir yazar olmuş Briony’nin ağzından yazılmış. Romanın ilk başında Briony’nin abisini karşılamak için yazdığı ama olayların akışı nedeniyle sergilenemeyen oyun doğum günü hediyesi olarak torunlar tarafından sergilenir. Başlarda okurken çok da önemsemediğimiz çocukça yazılmış bu oyunun aslında çok da kilit bir role sahip olduğunu bu bölümde anlıyoruz. En kısa bölüm olmasına rağmen en çarpıcı, tüm hikâyeye daha derin bir anlam katan, okuru bir durdurup düşündüren, edebiyatın gücüne hayran bırakan bölüm bu bence. Son bölüm olmasa da hikâye bir bütün ve okunabilir. Gene güzel bir roman olurmuş ama son bölümdeki ters köşe romanı daha üst seviyeye taşımış bence.

 

Son bölümün 1999 yılında geçmesi ise, yazarın açıklamasına göre, 2000’li yıllara yaklaşırken geçen yüzyılda dünya olarak ne kadar çok yanlış yapıldığını ne kadar çok pişmanlığımızın olduğunu, bunların kefareti olarak iklim değişikliği, açlık, susuzluk, soğuk savaş, bireyselleşme gibi olaylar yaşandığını düşünürken kefaret üzerine bir roman yazma fikri oluştuğu için son bölümü de 20. yüzyılın sonu olarak seçmiş.

 

Burada fazla yerimiz olmadığı için detaylarına giremediğim Briony’nin migren yüzünden odasından pek çıkmayan annesi, sürekli çalıştığı için hiç görmediğimiz ama bahsinin sıklıkla geçtiği babası, anne babaları boşanma aşamasında olduğu için onlarda kalan kuzenler, eve abisiyle gelen abisinin zengin arkadaşı gibi birçok başka ama önemli karakter de var romanda. Özellikle ilk bölümde bu karakterlerin analizlerini yapmamıza olanak vermiş yazar. Hepsinin karakter özelliklerinin romanın çatısını oluşturan hikâyenin oluşumunda bir payı var. Bu bağlantılarla birlikte okunduğu zaman insan dünyasının derinlerde saklı karanlık yanında geziniyor okur.

 

Sıklıkla olduğu gibi kitabı, filminden daha çok etkiledi beni. Kitabı okumadan filmi seyrederseniz güzel film ancak edebiyat konusundaki argümanlarını okumak, karakterlerin derin yapılarını anlayabilmek için kitabı okumak elzem.

 

Ian McEwan, Kefaret (Atonement), YKY Yayınları, 2018, 336 sayfa, Çevirmen: Püren Özgören