Bu tiksinti ne böyle? Ya bu mide bulantısı da nereden çıktı? Yanlış bir şey mi yedim acaba? Yoksa korktuğum şey mi yüzünü gösterip sırıtıyor karanlık kapıların ardından? Arkasında var saydığım karanlığı beni ürkütüyor. Öfff…

Kaç günlük bir gecikme bilmiyorum. Bilmeme gerek var mı? Vücudum ürkek ve sevincini açık etmesinden mahcup bir fısıltıyla habire söyleniyor: “İstiyordum oldu işte! İstediğim nihayet oldu! Bunu ben söylemiyorum, bedeninim, ‘biyolojik organizma’ olarak var olan Ten’im söylüyor. Bedenim bana rakip. Rakip ötesi… Hatta düşman! Kahretsin! Yine de gebelik testini yapacağım. Varsa… Az sonra ben de bileceğim bunu. Bu ne Kezbansı bir durum ya Rabbim!

Bedenim de fırsatı kaçırmıyor bu ara. Beni azarlayıp söyleniyor. “Ağır ol kızım… Henüz yirmi üçündesin. Okulun biter bitmez iş buldun ve üç aydır çalışıyorsun. Sızlanmayı bırak da şansına güven biraz. Birlikte büyüyeceğiz. Daha çoook vaktimiz var” Evet, evet öyle… Daha gencim! Ofisin en güzel kızıyım. Bunun yanı sıra işimde de başarılıyım. Diğerleri elime su dökemezler.

İşe başlar başlamaz birkaç gün içinde kızların sevgilisi, oğlanların gözdesi oldum. Bir tek o, aldırmaz görünüyor, ya da gerçekten aldırmıyordu. Kimin kiminle ilişkisi var biliyordum. Sadece onun biriyle ilişkisi var mıydı bilmiyordum. Tavır ve hareketlerinden, “boşta” olduğu- kızlar, ilişkisi olmayana öyle diyorlar- sonucunu çıkarmıştım. Bunu kimseye sormadım. Diğer kızlar da bilmiyorlardı. Her biri değişik tahmin yürütüyordu. Her haliyle ilişkisi olmayan birine benziyordu.

Gökdelenin terasından Boğazı seyrederken bir gün yanımda bitiverdi. Sıradan, şundan bundan konuştuk. Göründüğünden daha önemliydi bu; birbirimizi tartıyorduk! Yüzünün süzgün görüntüsüne karşın, beden yapısı geniş ve kaslıydı. Bu ona garip bir çekicilik veriyordu. Boğumlu küt parmakları ve oldukça büyük ayakları dikkatimi çekti. Ünlü kadın yazarımızın bir öyküsünü hatırladım o an. “Ayakları büyükse, şeysi de büyüktür” gibi bir cümle geçiyordu öyküde. Güldüm. Neden güldüğümü sordu, “Hiç” dedim. Üstelemedi.

O gece evde onu düşünmek beni tedirgin etti. Acaba rüyama da girer miydi? Tuttum ayaküstü birkaç rüya uydurdum. Hiçbirini beğenmedim. Gelişigüzel bir kitap alarak kendimi oyalamaya çalıştım. Olmadı. Kıvırcık beynimde dolaşıyordu. “Kendisi değil de parmakları tenimde dolaşıyor” dedi bedenim.   Bu sefer aldırmadım. Aklım ofise kayıverdi. Çocukça bir oyundu bu; onu orada bulacağımı biliyordum ya… Neyse!

Leventteki gökdelenin 21. katındaki ofiste, işe başladığım ilk gün fark etmiştim onu. Acayip dikkatimi çekmişti. “Atma!” dedi bedenim. “Asıl onu ilk fark eden bendim. Senin o sıralar oğlanlara bakacak cesaretin mi vardı?” Onun bu arsız tavrı üzerine bozulmamış görünmeyi yeğledim.  Burada konuşuyor, bir şey anlatıyordum kendime. Düşünüyordum. Düşünmek sessizce konuşmak değil miydi? Susup beni dinlemesi gerekmez miydi?

… Neyse!

Kıvırcık kabarık saçları, şövalye sakalı ve süzgün yüzüyle diğerlerinden farklıydı sanki. Çekiciliği, garip bir şekilde ürkütmüştü beni. Etkilenmiş ve etkilendim diye ayrıca öfkelenmiştim kendime. Bir yerlerden gelen sinyaller, beni tedirgin ediyordu. Ne lise, ne de üniversite yıllarında yattığım bir erkek arkadaşım olmamıştı. Delidolu ergenlikte olmadıysa eğer, mevsim geçtikten sonra oğlanın biriyle yatmak benim için zordu… Hatta… Zordan öteydi.

O hafta içinde yine terastaki kafede, kızlı erkekli oturuyorduk. Sanki hiç birimizin derdi yokmuş gibi gırgır şamata, kıkırdayıp duruyorduk. Kıvırcık birden “Cumartesi Belgrad ormanlarına gidelim mi?” dedi. Kızlar ve oğlanlar da “Aaa ne iyi olur” dediler. Akşama doğru ikimizden başka kimse kalmadı Belgrad Ormanlarına gidecek. Burnuma komplo kokusu gelse de vazgeçmeyi kendime gurur meselesi yaptım.

Gittik!

Acaba ne olacak beklentisi içinde sıradan, hatta sıkıcı bir gün neyse ki sona erdi. Yoldayız, dönüyoruz. Arabasıyla beni eve bırakacak.  Bedenim sessizce anlayamadığım bir hazırlık içinde sanki. Ve ben bundan çok tedirginim! Dahası korkuyorum.

Cinselliğin tüm çekiciliğine karşın, iş eyleme dökülünce bayağılaştığı kanısı, nasıl olmuşsa yerleşmişti bende. Sanki seks, denetimsiz hareketler, homurtular, mırıltılar, nefes nefese kalışlar, estetik beğeninin dışında bayağı şeylerdi. Ve bedenim şiddetle bu düşünceme karşı çıkıyor, kendi açısından seksin güzelliğine beni ikna etmeye çalışıyordu:

“Başlangıçtaki bu başıbozuk hareketler, hemen kendi ritmini bulacak, çift göğe yükselecektir. Bu birleşmenin, iç içe geçerek bulutlarda süzülmenin yüceliğini sen bilmiyorsun! Konunun cahili olarak da fikir yürütmekten çekinmiyorsun!” diyordu. Ben ve bedenim bu konuda hep çekişme halindeyiz! Söyleyeceklerini söylemeden de susmaz, iştahla söylevini sürdürdü:

“Kartallar gibi bulutların üstünde süzülürken, kendini boşluğun kollarına bırakmanın, varlık ve yokluk kapısını aralamanın ihtişamını henüz yaşamadın. Bunu denediğinde bana hak vereceğini biliyorum. Seksi öyle hor görüp küçümseme!  Onun, insan doğasının bir parçası olduğunu da unutma!”

Öyle diyor her şeyi bilen bedenim! O, bende Havva anaysa, Kıvırcıkta Âdem babadır. Gel gelelim aklım bir türlü ikna olmuyordu buna. Hâlâ bakire olmam, bende zamanla uyum sağladığım bir yüktü. Ona alıştım. Ve giderek ağırlığını hissetmez oldum. Bu sorun, iş ve kariyer kaygılarımın yanında solda sıfır sayılırdı.

Belgrad ormanlarında olaysız geçen bütün günün sonunda, neden tam da eve gelip arabadan ineceğim sırada dönüp, “kahve içmek ister misin” deyiverdim? Yoksa bunu dalgınlığımdan yararlanıp, ağzımın dilimin denetimini benden çalarak bedenim mi söyleyiverdi? “Haydaa!” dedi bedenim. “Bunda bir suç kırıntısı bile görseydim, savunmaya geçerdim. Susma hakkımı kullanıyorum!” dedi ve sustu.

Kıvırcıkla o akşam evimde neler oldu, nasıl oldu? Net hatırlamıyorum. Bedenim, çoğu ayrıntıyı beynime göndermemiş olmalı… Hain kancık! Bir ara kasıldığımı anımsıyorum. Yay gibi gerildi bedenim. Çığlık atmamak için zor tutum kendimi. Ilık bir ürperti yerleşti bedenime. Bütün organlarıma, damarlarımın kılcal bölgelerine, dokularımın hücrelerine yayıldı. Yükseklerden boşluğa düşer gibi oldum. Direnecek halim yoktu. Kendimi boşluğun kollarına salıverdim. Belirsiz bir süre boşluk içinde kendimi kaybetmiş olmalıyım. Ve kendimi tekrar bulduğumda, onun kollarının arasındaydım. Ilık nefesi, boynumdan göğsüme doğru yayılıyordu. Bedenim, huzur içinde ama ben, bu dingin bedende huzursuzdum. Kıvırcıkla yaşadığım olağan dışı hoş anın sarhoşluk hali, nedense beni ürkütüyordu. Olan biten her şeyin, olmamış olmasını, olan şeylerin de sorumlusunun ben değil, onun olmasını istiyordum. Onu suçlayıp, bağırıp çağırmak, kıvırcık saçlarını çekiştirmek, yolmak istiyordum. Ne var ki buna kendimi bir türlü inandıramıyordum. Bu olayda Kıvırcık masumdu.

Bu gerçeklik o kadar yoğundu ki, tonlarca ağırlığını, onun belime dolanan bir kolundan bedenime aktarıyor ve ben bu ağırlığın altında eziliyordum. Usulca kollarından sıyrılıp banyoya koştum. Öğürüp böğürdüm ve bir türlü kusamadım. Sinirlerim gerildi. Sakin olmaya çalıştım. Kıvırcık misafirimdi ve en küçük bir saygısızlığı hak etmiyordu. Biraz ondan uzak ve ona dokunmadan, sırtım ona dönük olarak eğretice uzandım yanına. Bana sarıldı. Kendimi geri çektim. Hareketinin o anda, öylece donup kalmasından şaşırdığını tahmin ettim.” Tamam” dedi sadece. Ona döndüm. Gülümsemeye çalışarak ondan artık gitmesini istedim. Sesimin muhtemel öfkeli tınısını örtsün diye, yumuşak bir “Lütfen” sözcüğünü eklemeyi unutmadım. İkiletmeden kalktı yataktan.

Giyinirken, “Senin seksle bir sorunun mu var?” Sesinin tınısında kırgınlıktan çok merak vardı. Cevap vermedim. “Seksi o kadar suçlayıp itelemesen iyi olur. Seksin kutsal bir tarafı vardır. Sonuçta biz insanlar, sen ben ve hepimiz, var oluşumuzu ona borçluyuz.” Yorganı başıma çektim. Duymak istemiyordum. Başka bir şey demeden sessizce çekip gitti. Peşinden koşup “Gitme” demek istedimse de kıpırdayamadım. Kıpırdasam da yapmaz… Yapamazdım. Yatakta öylece büzülüp kalakaldım. Kıvırcıkla burada, bu yatakta geçen her şeyi imha etmek isteyen pişmanlık, bir karadelik gibi beni içine çekiyor, öğütüp öteye beriye savuruyordu. Paramparça oluyordum çünkü… Korkuyordum.  Âşık falan olmak, sevmek tehlikeli bir şeydi benim için!

Yoğun bir sessizliğin derinliklerinden birden, “yanılmış mıyım ne?” dedi bedenim. İrkildim. Kendimi, beni bu gebelik testine zorlayan yaşanmış olayların, zihnimdeki tekrarından çekip çıkardım. Gözlerimi test çubuğuna diktim. Evet… Bu sefer yanılmıştı bedenim!  Gebe değildim! Sevinç çığlığımı duyan olmuş mudur bilmiyorum. Test çubuğunu çöpe attım. İdrarı klozete döktüm. Ellerimi, yüzümü yıkadım. Temizlenmiş, arınmış olarak banyodan çıktım.

Bedenim, hâlâ yanılmış olduğuna inanamıyor, söylenip duruyordu. Test sonucu, gebelik yok diyor ama… Ya o haklıysa?