“Salih İtalya’da sanat tarihi doktorası yapıyordu. Bir gün dersine bir adam gelmiş. Vatikan Müzesi’nde sergilenen ve sekiz yüz yılına ait olduğu söylenen Meryem’e Müjde Sahneli İpek Dokuma’nın sahte olduğunu yazan bir not vermiş. Salih Erken Bizans dönemine ait bu dokumanın önemini çok iyi bilirdi. O zamana kadar av, aslan, boğa gibi figürler işlenmekte olan dokumalara ilk kez yeni bir dinin simgeleri işlenmişti. Salih hemen Müze yetkilileri ile konuşmuş ancak yetkililer onu dikkate almamış zira çok eminmişler böyle bir şey olmadığından. O güne kadar binlerce bu tip not almışlar çünkü. Şimdi biraz ileri sarayım, Salih gerçeği kendi görmek istemiş ve dokumayı çalmaya karar vermiş. İki yıl bu soygunun planlamasıyla geçmiş. Sonunda istediğini elde etmiş. Salih İstanbul’a gelecekmiş ama o her şeyi en ufak ayrıntısına kadar düşünen adam uçak tarifesinin değiştiğini gözden kaçırmış. Uçağını kaçıran Salih yakalanma riskini göze alamayıp Dokuma’yı kargoyla yollamış. Kime? Bana… Sanat Tarihinde birlikte dirsek çürüttüğü aşkına. Daha doğrusu Salih duygularını hiç açmadı. Bendim ona âşık olan. Salih benimle pek ilgilenmezdi. Yurt dışına gidince ona sık sık telefon eder iyi olup olmadığını öğrenirdim. Bu nedenle sorgusuz sualsiz kabul edecek tek kişiye yani bana gönderdi. Kırmızı zarfla gelen notta her şeyi anlatmıştı. Sadece kutuyu açmak için onu beklemem gerektiğini söylüyordu. İşte kutu orada ben de hiç açmadım.”
Sımsıkı defalarca bantlanmış bir kutu… Kutuyu gösterip bu hikâyeyi anlatan Melek teyzeme taşınalı bir ay olmuştu.
“Kızım benim bir ayağım çukurda. Bak, çoluk yok çocuk yok. Bir sen kaldın kardeşimden yadigâr. Eh sen de geldin kaç yaşına. Gel benimle otur, ben ölünce de bu ev sana kalır.”
Doğru söylüyordu. Ben de yalnızlıktan evdeki papağanla konuşup duruyordum. Toparlanıp yanına taşındığımda Salih’li hikâyeler dinleyeceğimi bilmiyordum. Önceleri inanıyordum ama hikâyeler çoğalınca bunların hayal gerçek arası olduğunu düşünmeye başladım. Teyzem sanat tarihi profesörü olduğu ve yüzlerce ders verdiği konulardan aklında kalanları mı söylüyordu yoksa bazıları gerçek miydi?
Bir tanecik fotoğrafı bile olmayan Salih’i her seferinde farklı anlatırdı bana. Bir gün uzun boylu, esmer güzeli olurdu Salih, bir gün kısa boylu tıknaz ama bebek yüzlü. Hep bir güzellik ve çalınan bir eser kondururdu anlattıklarına.
“Bak görüyor musun, şuradaki kutuyu Salih gönderdi bana. Hiç açmadım ama. İçinde Kılıflı Kama ve Enfiye Kutusu varmış, öyle yazmıştı mektubunda. İzmir’deki müzeden biri çalmış, benim Salih’im de bana hediye etmek için tüm malvarlığını akıtmış. İşte bu kutuyla gelen mektupta yazıyordu bunları. Kimseye söyleme ben gelinceye kadar da açma dedi. Bekliyorum onu. Belki bugün gelir ne dersin?”
Demans hızla ilerliyordu. Darmadağınık zihninin oyunlarını dinliyordum her gün.
“Salih bir gün bana bir kutu gönderdi, mektubunda içinde Konya Müzesi’nden çalınan küpeler varmış. Yurt dışına kaçırmak üzerelerken bir şekilde bunun eline geçmiş. O anda da ben aklına gelmişim. Kızıl saçlarıma yeşil taşlı küpelerin yakışacağını düşünmüş. Ben gelmeden açma ama. Kulaklarında ilk önce ben görmek istiyorum dedi.”
Yüzlerce Salih ve kutu öyküsü dinledim ondan. Anlattıklarında Salih’in adı, kutu ve aşkı dışında her şey değişiyordu. Koynunda tuttuğu zarfı arada bana gösteriyor ama okumama izin vermiyordu. Arada çıkarıp öptüğünü görüyordum. Umutsuz bir aşkın yarattığı dünyada yaşıyordu sanki. Anlattıkları beni de etkiliyordu. Hiç âşık olmamıştım, hiç kimsenin yolunu beklememiştim. Gençken kimseleri beğenmez herkes bir kulp takardım. Yaşım ilerledikçe de etrafımda kimse kalmamıştı. Ben de aşkı meşki unutmuştum. Belki de teyzemin yaşadığı hayal dünyasında bile olsa güzel bir duyguydu.
Teyzemi toprağa vereli tam üç yıl oldu. Kutu ve mektup zarfı halen ben de ikisi de açılmadan bekliyor. İçindekilerini deli gibi merak etsem de Salih’in bir gün bu eve geleceğine inanmak daha hoşuma gidiyor. Günler geçtikçe Salih’e olan aşkım da artıyor. Aşk tek başına da yaşanmaz mı?