1994 yılının sıcak bir Ağustos akşamıydı. Saat tam 20.00’de babam, Beşiktaş’ın merkezindeki evimizin sokağından arabasıyla giriş yaptı. Aracın burnunu yola soktuğu anda kornaya bastı, biz de -her akşam olduğu gibi- ablamla birlikte el sallamak için cama koştuk. Aynı anda mutfaktan gelen tabak-çanak gürültüsü, annemin sofrayı kurduğunun habercisiydi. Bu klakson ve tabak seslerinin birleşmesi, benim için hafta içi akşamlarını müjdeleyen bir ritüeldi. Birazdan başıma geleceklerden habersiz, bu akşamı da o sıradan akşamlardan biri sanıyordum.
Onca parfüme değişmeyeceğim mercimek çorbası rayihası, akşamları tüm evi sarar, babam içeri girdiğindeyse, çalıştığı atölyenin üstüne başına sinen deri kokusu salonumuzu bir sis dumanı gibi kaplardı. Yine öyle oldu. Bu koku, benim için “babaya dair”di. Gerçek derinin yarattığı bu yoğunluk, hem rahatsız edici hem de aileye has olduğu için, garip bir şekilde çekiciydi.
Babam, hafta içleri deri atölyesine gider ve kadın çantaları dikerdi, annem ise ev hanımıydı. Ablam ve ben bu orta halli ailenin iki küçük kızı olarak okullarımıza gider gelir, durumumuzdan memnun bir şekilde çocukluk dönemimizi tadını çıkararak yaşardık. Beşiktaş’ta oturuyorduk ve babam fanatik bir Beşiktaş taraftarıydı. 90’lı yıllarda üst üste gelen şampiyonlukları, ailece sokağa dökülerek, hıncahınç kalabalıkla birlikte kutlamaktan geri kalmamıştık. Evimizde Beşiktaş atkısı, Beşiktaş forması ve bilumum nesnelerin Beşiktaş’ın siyah – beyaz renklerine bürünmüş versiyonları mevcuttu. O akşam yemeğinde, tam da çorbalarımızı yudumlarken babam, ertesi gün beni kendi iş yerine götüreceğini söyledi. Bu benim için inanılmaz heyecan vericiydi. Atölyede çalışan yaklaşık yirmi arkadaşı ben gittiğim zaman, bana yoğun bir ihtimam gösterir ve benimle bir sürü oyunlar oynardı. Ee, her gün evdeki mevcut oyuncaklarla ve ablamla oynadığım oyunlar, bir yerde can sıkıcı oluyordu. Ayrıca babamın iş yerindeki öğle yemeği menüsünü çok seviyordum.

Gece boyunca heyecandan gözüme uyku girmedi. Tugay Ağabey’le resim yapacaktık. Çok komik ağaç çiziyordu ama olsun, onunla resim yapmak keyifliydi. Sonra Hasan Ağabey, çöpe atmak üzere olduğu deri kalıntılarını bana verecekti, ben de onlardan bebeklerim için güzel aksesuarlar hayal edecektim ve gazoz eşliğinde servis edilecek olan o az turşulu tavuk döner! On yaşında ve hala yirmi kilo olduğum için annemin endişeli olduğunu biliyordum ama yemek seçmekten geri duramıyordum. Her öğüne bir kulp takmakta üstüme yoktu, fakat yarın öğlen annemi de sevindirecek kadar çok yiyecektim. Çünkü bu menüye bayılıyordum.
Sabah oldu, hazırlandım ve babamla birlikte arabamıza binerek yola koyulduk. Atölyeye girer girmez herkesin ilgisinin benim üzerimde olacağının sevinciyle kalbim çarparken, o da ne! İçeride benim yaşlarımda, iri siyah gözlü bir oğlan, dik dik bana bakıyordu. Önce, saltanatımın bozulacağı güdüsü tüm ruhumu yalayıp geçti, ancak kısa süre sonra bugüne özel bir oyun arkadaşı bulduğum için mutlu oldum. Adnan, babamın patronu Akif Amca’nın en küçük oğluydu. On bir yaşındaydı ve onun da benim gibi yaz tatilinde evde canı çok sıkılıyordu. Babamla Akif Amca, elimize kağıt kalem tutuşturarak Adnan’ı ve beni, yazıhane tarafındaki masaya gönderdi.  Adnan’la yan yana oturup, bir şeyler çizerken sohbete başladık:
“Kaça gidiyorsun?”
“Dörde geçeceğim, ya sen?”
“Ben beşe geçeceğim. Abinim senin,” derken yüzünde alaycı bir ifade belirdi Adnan’ın. Bu sırıtışla neyi kastettiğini düşünmeye başladım; benim çok küçük olmamı mı eleştirdi? Hayır, ben büyüktüm. Kocaman bir kız olmuştum, her şeyi kendi başıma yapabiliyordum ama acaba beşinci sınıfa geçtiğimde daha farklı neler olacaktı? Bu konuya, Adnan’ın benden daha fazla hakim olduğunu bilmek canımı sıkmıştı. Onun tarafından beğenilmek istediğimi tam da o an fark ettim. Neden Adnan beni beğenmeliydi, bilmiyordum ama herkesin üstünün başının deri koktuğu bu karanlık atölyede o, bana sadece bir oyun arkadaşı değil, bir ışık ve hoş koku olmuştu sanki. O gün karnımdaki ağrıyla geçmişti. Ben bu ağrıyı daha önceden hiç yaşamamıştım. Tam karnım mıydı ağrıyan ondan da emin değildim ama içimde tatlı bir huzursuzluk vardı. Babam beni yanına çağırdığında aklım Adnan’da kalıyordu. Tugay Ağabey’in o komik ağaçları bugün yüzümü güldürmüyordu. Adnan’ın bana alaycı bir şekilde “Sen benden küçüksün,” demesi bile, bugün yaşadığım diğer her şeyden çok daha güzel geliyordu. Sahi bu duygu neyin nesiydi? Adı varsa neydi? Annem, babam ya da öğretmenlerim neden henüz bana öğretmemişti? Belki de gelecek senelerin müfredatıdır diye düşünerek günü tamamlamıştım.
Akşam vakti babam, “Gel hadi kızım, Akif Amca’na ve Adnan’a veda edelim çıkmadan,” dedi. Birlikte el ele yazıhaneye girdik. Önce Akif Amca pantolonumun cebine tam olarak ne kadar olduğunu anlamadığım bir banknot sıkıştırdı. Kabul edip etmemek arasında kararsız kalmışken, göz ucuyla babama baktım. Babam, “Üsteleme” dercesine hafifçe başını salladı. Ben de itiraz etmedim. Elimle parayı düşmemesi için cebimin içlerine doğru iyice ittim. Daha sonra Adnan’la vedalaşmaya sıra geldi. Elinde tuttuğu minik poşetin içinde Beşiktaş formalı bir Bart Simpson anahtarlığı vardı. Babam, “Adnan’a hoş çakal desene kızım,” dediği sırada Adnan hediyesini bana uzattı. Heyecandan tüm yüzümün alev alev yandığını hissettim. Anahtarlığı hızlıca kapıp, parayı ileriye iterek boşluk yarattığım cebime sokuşturdum ve babamı bile beklemeden odadan aniden çıktım.
Babamla arabaya atlayarak, eve dönüş yoluna geçtik. Yol boyunca bana nasıl bir gün geçirdiğimi öğrenmek üzere sorular sorarken, ben sadece fanatik Beşiktaşlı Bart Simpson’ı ya da Adnan’ı düşünüyordum. Elimdeki anahtarlığa gözlerimi dikmiş, babamla ilgilenmez bir halde, aklımdaki hülyalara dalıp gittim. O da hevessizliğimi görünce, sohbet etme ısrarından vazgeçti. Sokağımıza geldiğimizde bu kez, yola burnunu sokan arabada ben de vardım ve korna sesiyle cama koşan sadece ablamdı. Ona var gücümle, aracımızdan el sallıyordum.
O gece yatağıma girdiğimde midemdeki kramplar hala devam ediyordu. Bart, tam yastığımın altındaydı. Onu hissetmek adeta bana güç veriyordu. Uykuya dalmadan önce, ablama Adnan’la oynadığımız oyunları anlattım. Daha sonra onun üzerinde iyi bir izlenim bırakmak istediğimden bahsetmek üzereydim ki ablam; “Çabuk kapa gözünü ve uyu artık!” emrini verdi. Ben de krampımı mideme, kafamı da-altında Bart’ın bulunduğu -yastığıma gömdüm. Uyumak üzere arkamı döndüğümde, cılız bir “İyi geceler,” diyebildim sadece. Demek ki bu krampların adını ablam da henüz öğrenmemişti. Ortaokul müfredatında da göremeyeceğimizi anladım ama her nasıl olursa olsun, bu hissin ne olduğunu çözeceğime inanarak, kendimi uykunun derin sularına bıraktım.