Zar zor, isteksiz evden çıkıyorum. Dışarı çıkmanın en güzel yanı eve geri dönmek… Yollarda hızlı hızlı yürüyorum. Kalabalık hızımı kesiyor sıklıkla; yol uzadıkça uzuyor. Omuz omuza vuruşuyorum insan yığınıyla. “Önüne bak!” diyorum. “Çekilsene, ne duruyorsun!” diyorum; sertçe. Çekiliyor. Şikâyet ettiğim, eleştirdiğim kaba, bencil, inceliksiz kalabalığı oluşturanlardan biri de benmişim meğer! Yüzleşiyorum.
Araçlar kilit olmuş, ilerleme imkânı yok; herkes kornaya basıyor. Neden böyle yapıyorlar, anlamaya çalışıyorum. Anlarsam sinirlenmeyebilirim gibi zoraki düşüncelerle, içinde bulunduğum kargaşadan düşünsel olarak kendimi uzak tutmaya çalışıyorum. Yok, olmuyor, yapamıyorum; tutamıyorum sesim patlıyor. “Kardeşim, kes şu kornaya basmayı; kulak bu kulaak!”. Hınzır bir sırıtışla, elini kornadan çekiyor. Karikatür gibi.
Dolmuşa bindim. Şoförün yanı, ön koltuk boş; oraya geçtim, kolumu pencereye dayadım, etrafa bakınıyorum. Araçlar üst üste, santim-santim ilerliyoruz. Şoför sinirli. Günlük kazancını en kısa sürede yapıp evine gitmek istiyor besbelli; ama yapamıyor. İlerleyemedikçe basıyor küfrü; otobüse, arabaya, yayalara, artık kim geçerse dolmuşun önünden. Her frene basışta yeni bir küfür. Nihayetinde sabrım taşıyor, “tanımadığın adama niye küfrettin” diyorum öfkeli öfkeli. Susuyor. “Ayıp yaa!” diye uzatıyorum. Cevap vermiyor. Yan yoldan açıkgözün biri dolmuşun önüne direksiyon kırıyor; bir araç geriye düşen dolmuş şoförü gene dayanamıyor, “bu saatte özel arabalar sokağa çıkmasın!”. Ben de dikleniyorum hemen “niye, yasak mı var; yoksa caddeler senin mi?!” . “Yok değil” diyor. Yine gayet mülayim, susuyor. Bir gülmek geliyor içimden. Öfkesi mi sığ, müşteriye saygı-sabır mı gösteriyor, nedir bu hali anlayamıyorum.
Akşam eve döndüm çok şükür. Ama yok; bu sefer eve dönmek yeterli gelmedi, çok şükür sözde kaldı. Günü taşıyorum hâlâ kafamın içinde. Şoför aklıma düştü. Her gün ama her gün, sürekli içinde dönüp durduğu kargaşaya tahammül etmenin yolunu, kendine ait koltuğun sınırları içinde (orası onun ofisi ne de olsa), ara sıra birkaç küfür savurmak, sağa sola söylenmekte bulmuş olmalı. Anlayış göstermemenin mahcubiyetini hissediyorum şimdi bir de!
Televizyonda haberler var. Sadece görüntü akıyor, ses kısık, dinlemiyorum. Kim suçlu kim suçsuz, kim haklı kim haksız, artık bilmenin mümkün olmadığı bir zaman içinde akıyor yaşam. Yandaş haber diye bir şey var hayatımızda uzun zamandır. Hakikatler sis içinde kayboluyor; puslu ortamda herkes birbirini suçluyor. Hiçbir şey duymak istemiyorum.
Dalgın, hafif uykulu elimdeki dergiyi okumaya çalışıyorum. O da olmuyor. Şöyle çıksam biraz yürüsem, hatta koşsam kilometrelerce. Yapmadıklarımı, yanlış-eksik yaptıklarımı, utançlarımı, mahcubiyetlerimi, yapılması gerekenleri, sevdiğimi, sevmediğimi, koltuğu, kanepeyi, sınırları, her şeyi öylece bıraksam… Sadece yolda, yollarda olsam… Bir gün şurada, sonraki gün başka bir yerde konaklamak… Konup-kaçarak bir yaşam arzusu…Konduğum yerlere veda bile etmeden yürüyüp gitmek, arkama dönüp bakmadan…
Yapabilir miyim?
Hadi, yaptım diyelim. “Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın…” dizelerine karşı yeni bir şey söyleyebilecek, yapabilecek miyim sanki! Bu dizeler insanlığın omuzlarında ağır birer yük. Kurtulamıyoruz bu dizelerden! Dolmuş şöförüne yaptığım gibi dizelerle münakaşaya giriştim:
– Bırak yakamı, gidecem ben!
-“Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda”, demedi deme.
– Niye, tapulu malın mıyım!
-“Başka bir şey umma” diye söylüyorum.
– Orası benim bileceğim iş!
Şairin, bana tek kelime daha söylemesine müsaade etmeden kalktım; çantam, kamp malzemeleri, botlar; toparladım gerekenleri. Başucumdaki kitapları aldım. Yalnız, onu bıraktım; “Bir Başka Deniz Bulamazsın”. Yolculuğa gelemez, sevmez yolları konuşur canımı sıkar. Kalsın evde!
Yolculuğu sevmeyen birileri daha var; kediler. Birisi çantamın üzerine oturdu, gözümün içine bakıyor. Diğeri botların bağcığını dişliyor. “Çekilin bakayım, beni ikna etmeye uğraşmayın. Bu sefer gidiyorum. Her şeyiniz tam ve mükemmel, ev sizin” diyorum. Umursamıyorlar; her şart ve koşulda döneceğimi biliyorlar. Onlara asla veda edemeyeceğimden eminler. Onların bildiğini ben de bildiğim halde patilerime botlarımı geçirdim “haydi size miyouu” diyerek çektim kapıyı. Arkadaşımı aradım kedilere bakması için: “Didem, kızlar sana emanet”.
Didem “o arabayla çıkmıyorsun yola inşallah” dediği külüstür arabamın, benzin istasyonunda kısa bir bakımını yaptırdım; su, yağ, benzin gibi temel besinleri alması yeterli olmalı. Farları yanıyor, kontağı çevirince çalışıyor; lastikleri patlak değil, pedala basınca ilerliyor, gerektiğinde duruyor. “Seni gene yarı yolda bırakmasın” diyor Didem. Bir araba için kabul edilebilir bir durum bu halbuki; yarı yolda bırakabilir. İnsandan beklediğimizi arabalardan beklememek, yolculuk çıtasını yükseltmemek lazım.
Aklımda tek bir şey var; kaçınılmaz olduğunu içimde duyduğum yolculuğa çıkmak; arkasını önünü düşünmeden. Vapurların, motorların peşinden bir o kıyıya bir diğerine gidip gelen martılar gibi; geri dönmek üzere kanat çırpmak. Ama dönmemeyi de göze alarak, içimde taşıyarak… Duvarları kalın ve yüksek yaşanmışlıklar kalesinin kapısını dışarıdan çekip çıkmak. Eve ve kendime dair her şeyi geride bırakmak; eksiğimi, yoksunumu, iç nehirlerimi, hakikatimi sakladığım karanlık kutuyu; çirkinliklerimi, çiğliklerimi altına süpürdüğüm halının serili olduğu zemini; göçemediğim geçmişim, kaçamadığım bugünümü…
Yolculuk sırasında sıklıkla durup, fotoğraf çekiyorum. İlk durakladığım yerde bir çeşme var; metalden bir de bardak var taşın üstünde; aynı bardaktan su içenlerin toprağına geldim demek ki. Ama ben maskelilerin memleketinden geldiğim için tedbirli davranıp suyu avucuma doldurup içtim, saçımı, ensemi kollarımı ıslattım. Alışkanlıklarla vedalaşmak kolay değil tabii; çeşmedeki o bardaktan su içmek için kırk fırın ekmek yemem lazım.
Yolun sağına soluna yayılan geniş ovanın bittiği yerde sıra dağlar, dağların hemen üzerinden başlayan gökyüzü her yeri kaplıyor. Fotoğraf karesine sığmıyor ne gökyüzü ne dağlar; tarlaları, ekinleri, çiçekleri alıyorum görüntüye. İçinden geçtiğim yola dair görüp sevdiğim her şeyi yanıma almak isteğiyle, bir dolu fotoğraf çektim. Daha sonraları bakıp, umduğumu bulamayıp “bunları niye çektim ki” diyeceğimi biliyorum. O fotoğraflarda; adım atmakta olan kadının öylece o anda bulunduğu yerde donduğunu, ağaçtan düşmekte olan yaprağın, uçmakta olan kuşun havada asılı kaldığını göreceğim. Halbuki yollarda gördüğüm her şey benim gibi yolculuk halinde. Sadece ben gitmiyorum; dağlar, ağaçlar, köyler, kuşlar, tarlalar, insanlar; ben doğuya giderken onlar da batıya gidiyor, ben kuzeye giderken onlar güneye. Ama deklanşöre bastığım anda duruyor, donuyor, vazodaki çiçek gibi soluyorlar.
Hiçbir şey durmasın, saplanıp kalmasın bulunduğu yere. Uzaktan el sallayarak hoşça kalın diyerek gitmek, durmamak; veda için dahi duraklamamak…
Ve yaşamı fotoğraflamaktan kendimi almak istiyorum. Akıp gitmekte olan bir nehri, rüzgardan kaçan yaprağı durdurmak, yaşanıp sonlananları unutmamak üzere dondurmak; vazgeçmeli bundan… Henüz bunu yapamıyorum. Demek ki bir süre daha canlılığını yitirmiş anıları sürükleyeceğim.
İçinde oturunca çatısı başımın sadece iki karış üzerinde kalan bir çadırdayım; yeterince ve gerektiği kadar yer-eşya var; lüzumsuz olanları, fazlalıkları alamayacak kadar sınırlı bir alan. Tabii düşünceler dar alan tanımıyor, yüzsüzce sığışıyorlar; üst üste, iç içe geçmiş, birbirine dolanmış… Gece karmakarışık rüyalar gördüysem de; nihayetinde rüya, uyandım bitti. Yolculuğun ilk sabahı.
Henüz kamp ortamında bir hareket yok; çadırlar, seyrek, küme küme yayılmış geniş alana. Bulunduğumuz yerden deniz görünmüyor ama güçlü dalga sesleri duyuluyor. Geniş bir kumsalda yürüdükten sonra Karadeniz’in serin sularında ayaklarım. Uzun bir sahil, yürümekle bitmez gibi. Önce biraz yürüdüm; sonra yüzdüm. Daha doğrusu “suya girdim”. Karadeniz’in çalkantılı, dalgalı sularında “yüzdüm” demek iddialı olur. İyi yüzerim aslında ama burada sahilden açığa doğru uzunlamasına yerleştirilmiş dubalara ve iplere tutunarak yüzmeye çalıştım. Dalgalar derin maviye çekiyor insanı. Ürkütücü. Ürkütücü çünkü derin mavi çok cazip…
Burada hava acayip. Sabah kalkıyorum gökyüzünü tamamen bulut kaplamış. Sonra-sonra bir yerde az mavilik görülüyor. Bulutların dalgınlığına geliyor da mavilik bir yerden sızıyor gibi. Sonra mavi büyüyor. Alanını genişletiyor, bulutlar çekiliyor; ağır, çok yavaş. Mavilik ve güneş galip geliyor.
Bu akşam geç vakit yakınıma bir çadır kuruldu. İki çocuklu genç bir aile; küçük kız Sude Naz, kardeşi Ayaz. Bir gece konaklayıp gideceklermiş. Hemen bir masa kurdular; çeşit çeşit meyvelerden oluşan rengârenk meyve tabakları, şeftali, üzüm, mandalina, muz; yoldan aldıkları renkli kuruyemişler. Beni de davet ettiler. Karı-kocanın canlı hallerine hayran kaldım; özenle hazırlamışlar meyve tabaklarını. “Çok sevdiğimizden değil, maksat masa renkli olsun” dediler. Sabah uyandığımda gitmişlerdi. Keşke bir gün daha kalsalardı dedim nedense. Onlarla bir bağ kurdum demek ki o kadarcık zamanda.
Onlar gitti; yeni bir grup geldi. Biraz daha büyük bir aile. Anneanne, karı-koca ve iki kız çocuk. Akşam semaver kurdular; dumanı beyaz-beyaz tütüyor. Henüz altı yaşlarında kız çocuğu, Beril; gün boyu çevremde dolandı. Akşamına beni davet ettirdi çay saatinde. Gittim. Beril aileyi tanıttı “annem, babam, kardeşim Ceren, ananem; dedem de gelecekti ama o öldü”. Adamcağız yeni ölmüş; anneanneyi de alıp değişiklik olsun diye böyle bir seyahat yapmışlar. Anneanne üzgün; Beril’in dededen söz edişine güleceğim gülemiyorum; ayıp olacak.
Beril ve ailesi bir kaç gün sonra ayrıldılar kamptan. Bende yine bir burukluk. Beril bana arkadaş olmuştu; giderken bulduğu dal parçası, yapraklarla bir hediye süs yaptı. Çadırımın iplerine astım; tatlı tatlı gülümsedi. Giderken el salladık birbirimize. Onu bir daha görmeyeceğim için üzgünüm. Kim bilir ne harika bir insan olacak gelecekte; doğrusu bilmek isterdim.
Yeni bir veda sonrası ne yapacağımı bilemedim. Beril’i aradı gözlerim. Çabuk bağlanıyorum zor vedalaşıyorum. Ayaklarım kızgın kumlara gire-çıka yürüdüm biraz; gün boyu kitabımı okudum sahilde. Sonra da gelen çadırcılarla yeni bir bağ kurmamak, yeni vedalar yaşamamak için erkenden çadırıma girip uyudum. Sabah gün doğumunda uyandım. Sessizlik hakim kampta; çadırımdan çıkarken fermuarın cırt sesi sessizliği yırttı adeta.
Aa… o da ne? Yavru kediler! Botlarımın içine girmiş. “Anneleri nerde bunların? Ayy, çok küçükler!”.
Uzatmayayım. Hikâyenin devamında, kedi süt tozu, biberon, kedi kutusu gibi ihtiyaçlar doğdu. En yakın şehirden gerekenler alındı. Çadırın içi ve günlük yaşantım yavru kedilere göre düzenlendi. İki saatte bir yavrular beslenmeliydi. Bunun anlamı “çadırdan en fazla iki saat uzaklaşabilirsin; iki saat sonra geri dönülecek!”.
Şair tüm yolları kapamış. Dizeler arkamdan geldi.
“Bu şehir arkandan gelecektir, yavru kedilerle birlikte o şehre geri dönülecektir”.