“Eyy Poseidon! Eyy gönlümü sarsmayı denizleri sarsmak gibi beyhude bir keyif sanan Sevgilim! Denizleri allak bullak etmeye benzemez yüreğimi alabora etmen, kaburgalarımı gemici düğümleriyle bağladım ben.”
İçindeki öfke yeri göğü birbirine katıp tufan yaratacak kadar büyüyordu. Sektirilmek için denize atılmış bir taş gibi gittikçe genişliyordu göğsündeki kıskançlık ateşi. Olympos’un en görkemli, dalgaları kükreten, en deli en heybetli tanrısının, asi ama sadık karısı olmanın zor tarafı da buydu belki, özgür ruhlu bir tanrıça olmanın yanı sıra tek olamamak.
“Denizlerin derinliklerinde, parlak mercanların ve renkli balıkların arasında yaşayan Amphitrite’im ben. Güzelliğim ve zarafetimle tüm deniz canlıları arasında dillerden düşmeyen, derin denizlerin sakinliğindeki Amphitrite’im.” diye kendini sakinleştirmeye çalışıyordu.
Öfkesine hâkim olamadığı zamanlarda kendini yeryüzüne atan Amphitrite, zihnindeki düşünceler onu aşağıya çektikçe derin bir nefes alıp, yüzeye doğru çıkmak için kuyruğunu daha da sert vuruyordu. “Ben, sevgini sakallarının arasında saklayıp, uçsuz bucaksız denizlerinde istiridyelerle giyinip kuşanıp, aşkımı mercanlarda sunarken sana, mızrağını boğumlarınla parlatıp batırman oluyor mu hiç sevgilim?” İki yana doğru kaçışan balıklar, içine kapanan mercanlar, denizin dibinden yüzeyine doğru adete bir tünel oluşturuyordu.
“Balıklarla konuşan, yosunları okşayan, deniz yıldızlarını kalbinin üzerine takan, bu tuzlu maviliklere tatlı dil döken ve deniz kuşları gibi özgür Amphitrite için sana inanmak ne zordu bir bilsen. Ahh Poseidon! Ruhumu alabora eden, aklımı çarmıha geren yaban değildi sevgilim.
Avuçlarımda çiçek açtıran, bir ırmak gibi çağlayıp yüreğime kor kor akan gülüşüydü gözlerinin. Deniz kuşları gibi süzülürken mavinin derinliklerinde, o gülümsemelerine secde etmedim mi ben? Gülüşlerinin ışıltısı denizin kıyılarında yakamoz gibi parlar. Siz sanır mısınız ki ey ölümlüler, Ay’ın şavkıdır o. Hayır. Benim Poseidon’umun gözlerinin ışığıdır yansıyan.”
Kuyruğunun bir ucunda kalbindekilerin bir ucunda da zihnindekilerin ağırlığıyla kendi kendine söylenirken mabedine kadar yüzdü. Hikayesi dilden dile dolanan, dalgaların hışmına uğramış, simsiyah gövdesi fildişleriyle süslenmiş, okyanuslara meydan okurcasına yelkeni hala mağrur bir şekilde dimdik duran batık geminin güvertesine oturdu. Mercanları, içinde süzülen gökkuşağı balıklarını, dans edercesine açılıp kapanan istiridyeleri, deniz kuşlarını ve Poseidon’un cüretkâr, tutkulu sevgisini düşündü.
O ışıl ışıl asasını yere vurduğunda çıkan alevlerin okyanusları yakması gibi yüreğinin yandığını, kayalara saklanan kertenkeleler gibi balık kuşlarının da mercanların arasında saklanacak yer aramak için çırpınışlarını düşündüğünde yine içindeki o sese engel olamadı. “Ahh…Poseidon! Baharı örseleyen zemherine rağmen tüm gücümle tutundu köklerim topraklarına. Sen hunharca asanı savurup depremler yaratırken, “ha gayret” diye diye tırnaklarım kanayana kadar kazıdım enkazını, yeter ki dallanıp budaklansın da bin bir renkli deniz yıldızlarını gönlüne taç yapayım diye. Ama bilirim ki sen de benim yüreğim derinliklerine sığınır, saklanırsın,” diyerek içindeki özlemi fark etti.
“Damarlarımda dolanan tuzun tüm vücudumu yaktığını hissediyorum. Dalgalar tenimi okşarken, tuzun keskin kokusu gönlümde filizlenen mercanları katılaştırıyor. Ahh Poseidon, sen suya konuşuyorsun, ben sana anlatıyorum susuzluğumu, oysa harlı ateşinin altı ise ne bilinmezliklere gebe Sevgilim. Bana diyorsun ki “sus”… Kelimelerimi törpülüyorum bir bir yabanın her bir dişinde, sen toprağa vurdukça daha da kısık bir sesle törpülüyorum. Aksimin, yeryüzünde ölçülemez bir hal alışını görene dek törpülemeye de devam edeceğim. Ama gözlerinden gelmişse fermanım son isteğim, tüm çığlıklarımı gülüşlerinde secde ederken atmaktır. Sen ki koskoca ummana bir türlü sığamayan denizlerin büyük Tanrısı! O vakit, artık vur asanı kurtulsun kalbim kafesinden. Çünkü Tanrı’ların bile unuttuğu bir zamanda kabuğumda saklayıp sarmalıyorum sevdanı. Kanıma işleyen aşkını sevdim ben.”
Günbatımında gümüş gibi parlayan uzun saçları ve sakallarının altındaki muzip gülüşüyle hayali karşısında belirdi. Aslında düşüncelerini ele geçiren duygularıydı ya da duygularını ele geçiren zihnindeki mırıltılar. Yanından hızla geçen gümüş balığı gibi bir anda ilahiliğini hatırladı.
“Tüm okyanusu ters yüz eden, içimdeki fırtınayı dizginleyen tek adam, denizlerin tanrısı, senin varlığın sadece benim gönlümde tecelli edebilir ve hüküm sürebilir.
Unutma sevgilim! Ben, Amphitrite, yalnızca bir tanrıça değil, aynı zamanda sevginin ve bağlılığın sembolüyüm. Ve şimdi, asanı değil kalbini vur kalbime ki, Olympos’un dağlarına savrulsun aşkımın rengarenk kokusu, Eros’un üzerinden dağıtsın bu ölü toprağını…”