Ayda bir poker oynanırdı bizim evde. Bizim ev dediysem de dedemlerin eviydi aslında. Bir sene boyunca dedemlerde yaşadığım için “bizim ev” oluvermişti bu sürede. Her ne kadar babam yurtdışına çalışmaya gittikten sonra annemle taşındığımız iki odalı küçücük evimizdeki odam gibi olmasa da apartman boşluğuna bakan sandık odasından çevrilme odam, kendi evimizde annemle yaşadığımız derin sessizliğe karşın bu evin sesleri, muhabbeti, kalabalığı annemin yokluğunu katlanılır kılıyordu. Annem ne olduğunu bilmediğim bir hastalık için İstanbul’a tedaviye giderken beni anneanneme teslim etmiş, tedavi olur olmaz döneceğini söylemişti. Aylarca gelmedi.
Anneannemin arkadaşlarıyla poker günlerini çok severdim. Asansörden iner inmez karşılardı beni mis gibi yeni kızarmış börek kokusu. Anneannem okuldan dönüş saatimi bilir, tam o saatte kızarttırırdı özenle muska şeklinde sardığı bol peynirli, maydanozlu börekleri. Kapıdan girer girmez, acıkmıştır benim torun diyerek oyun masasından kalkar, elleriyle sıcacık böreklerden, dedemin benim için özel aldığı un kurabiyelerinden ve o gün ikramda başka ne varsa bir tabağa koyar, saçlarımdan öper, oyununa geri dönerdi. Annem çalıştığı için, okul çıkışlarında boynumda asılı anahtarımla açıp girdiğim evimizde beni karşılayan herhangi biri veya bir yiyecek olmaz, dolaptan aldığım peynir, reçel ve ekmekle yapardım akşamüstü kahvaltılarımı. Annem yorgun argın işten geldiğinde köfte-patates, makarna gibi sevdiğim yemekleri pişirirdi aceleyle. Hafta sonları, eğer iş için seyahate gitmek zorunda değilse, muhakkak kek veya kurabiye pişirirdi. Evin içine yayılan koku iştahımı kabarttığı kadar annemin evde, yanımda olmasının mutluluğunu simgelerdi. Cemal Süreya’nın kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı dediği gibi, yeni pişmiş yiyecek kokusunun da benim mutluluğumla bir ilgisi olmalıydı.
Annemim gelişi uzadıkça uzadı. Aylar aylara eklendi. Dedemler annemin tam iyileşemediğini dolayısıyla tedavisinin devam ettiğini söylüyorlardı bana. Muhtemelen ameliyat olması gerecekmiş. Bu sevgi dolu, sımsıcak sarmalandığım evi, anneannemleri çok sevsem de annemin bir türlü iyileşememesi içimi kurt gibi kemiriyordu. Telefonda konuştuğumuzdaysa sesi iyi geliyor, iyi olduğunu, yakında geleceğini söylüyordu her seferinde. Kafam karışmıştı. Ne kadar sorsam da hastalığının ne olduğunu söylemedi dedemler. Bu belirsizlik beni çok korkutuyordu.
O gün, okuldan dönünce anneannemin bana hazırladığı tabağı, önlüğümü bile çıkarmadan yedikten sonra odama gittiğimde yastığın üzerine konmuş mektubu gördüm. Sevinçle mektubu açarken mektubun babamdan geldiğini biliyordum. Başka kimseden mektup gelmezdi ki. Babamın öğrettiği gibi kenarından soktuğum bir kalemle yavaş yavaş, özenle açtım mektubu. Babamın yılbaşında gelemeyeceğini okuduğumda sevincim kursağımda kaldı. Hediye olarak ne istersem gönderebileceğini yazmıştı ama ben sadece eskisi gibi hepimizin bir arada olmasından başka bir şey istemiyordum. Öfkeyle mektubu parça parça ettim. Hem annem hem de babam tarafımda terk edilmiş gibi hissediyordum. Beni sevmiyorlardı. Giden geri gelmiyordu. Gözyaşlarıma hakim olamadım.
Ayşe Teyze telaşla odama gelip anneannemin beni yanına çağırdığını söyledi. Kadın çağırıp duruyor, duymuyorsun diye tam çıkışacakken bana, gözlerimdeki yaşları gördü. Benim bir şey dememe kalmadan bana sarılıp “iyileşip gelecek annen yakında, meraklanma sen. Hadi sil gözyaşlarını, anneannen uğurunu istiyor yanına” diyerek gülümsedi. Kendimi toparlayıp anneannemin yanına gidip her zamanki gibi sağ yamacına iliştime. Kağıtlar dağıtılmış, eli kötü diye hayıflanmaktan geldiğimi fark etmedi bile. O el kaybetti, öbür el de, bir sonra ki el de…Beş-altı el biyle döndü oyun. Ben iyice sıkılmaya başladım. Anneanneme gidebilir miyim artık desem de hırsından duymuyordu Sonunda kolundan çekiştirip yarına sınavım var, çalışmam lazım diyebildim. Beni ilk defa görmüşcesine yüzüme bakıp hiddetle “neyin var bugün? Niye böyle uğursuzsun? “ diye çıkışınca anneannem gözümde birikmiş yaşlarla odama kaçtım. İşte anneannemde onaylamıştı. Uğursuzdum ben. Herkes benden kaçıyordu. Beni sevme numaraları da hep yalandı. Kocaman bir yalan! Annem beni yalandan sevmezdi herhalde değil mi? Ama sevse gitmezdi değil mi? Bu şehirde doktor mu yoktu? Hem ben ona pamuklar gibi bakardım. Niye gittikti ki İstanbullara? Sorular beynime yağmur gibi akıyor, gözyaşlarımda sorulara eşlik ediyordu. Ağlamaktan uyuya kaldığımı misafirler giderken çıkan gürültüden uyandığımda anladım. Sakinlemiştim. Annemi arayıp yanıma çağırmaya karar verdim. Ona bakacağımı, ne isterse yapacağımı söylersem gelirdi herhalde. Beni seviyorsa çağrımı karşılıksız bırakmaz diye düşündüm.
Odamdan çıktığımda, oyunda kaybettiği için sinirli ve ikramdan yorgun olan anneannemin banyoya girdiğini anladım. Dedem henüz bürosundan gelmemişti. Dayım odasına kapanmış, bangır bangır müzik dinliyordu. Koşa koşa salona gidip annemi aradım. Telefonu bir adam açtı. Doktor muydu? Annemi isteyince hemen verdi. Anneme onu çok ama çok özlediğimi, artık gelmesini istediğimi, okula gitmeyip ona bakacağımı, bir dediğini iki etmeyeceğimi söyledim. Annemin sesi titredi. O da beni çok özlediğini, sömestr tatilinde beni almaya gelip İstanbul’a götüreceğini söyledi. Biylece yaz tatilinden itibaren oturacağımız evi görebilecektim. Çok neşeli söylemişti bunları. Nereden çıkmıştı şimdi bu? Neden, nasıl sorularıma cevap vermedi, hepsini sömestr tatilinde konuşacağımızı söyledi. Herşeyi benim iyiliğim için yaptığını söyleyip kapattı. Telefonun ucunda öylece asılı kalmıştım. Babam mı İstanbul’da iş bulmuştu? Bulsa mektubunda yazmaz mıydı? Annem mi İstanbul’da iş bulmuştu yoksa? Ya hastalık? Devamlı bakım gereken bir hastalığı varsa anneannemin, teyzemin yakınında olması daha iyi değil miydi? Niye taşınıyorduk? Niye sevdiklerimizi bırakıyorduk? Yetmiyor muydu anneme bu şehir, küçücük evimiz? Ben yetmiyor muydum? Binlerce cevapsız soru aklımda iki ay sonraki sömestr tatiline kadar huzursuz geçirdim.
Annem sömestr tatilinde, sapasağlam yanında hiç tanımadığım bir adamla geldi. Anneannemle dedemin elini öptüler. Annem beni karşısına alıp cici babamı tanıştırdı bana. Ya babam? Babam annemle boşandıkları için yurtdışına gitmişti. Biz de hiç tanımadığım bir şehire, hi. Tanımadığım bir adamla yaşamak üzere okul bitip yaz tatiline girer girmez İstanbul’a taşınacaktık. Üst üste gelen bu darbelerden şaşkına dönmüş, dilimi yutmuştum. Hiç birşey demedim. Demedim ama annemin bana hastalık yalanı söyleyip İstanbul’a gidip, bana haber vermeden, benim düşüncemi sormadan, bana tanıştırmadan evlenivermesinin ben de yarattığı acıyı, güvensizliği çok uzun süre taşıdım. İnsanların hayatında görünmez olma gerekliliğini o gün öğrendim. Anneannemin o gün dediği gibi uğursuzdum ben. Uğursuz…