Bodrum’un dar yokuşlarından çıkıyorum. Aklımda balıkçının dizeleri.
Yokuş başına geldiğinde
Bodrum’u göreceksin,
Sanma ki sen
Geldiğin gibi gideceksin
Eski cumbalı evlerin gölgelerine sığınarak ilerliyorum. Güneş yakıyor. Şapkamın geniş kenarları, koyu güneş gözlüklerim parlaklığı tam da kesemiyor. Tek istediğim Bodrum’a tepeden bir daha bakmak. Kaleye, limana, başıboş dönen boyası dökülmüş teknelere, balıkçı motorlarına, yelkenlerini toplamış yatlara. Limanın palmiyelerle çevrili taş yollarını, merdivenlerini, sular serpilmiş çimlerini kuşbakışı görmek. Begonvillerin süslediği beyaz boyalı, ahşap kapılı evlerin demir parmaklıklı pencerelerine, sokaklardaki rengarenk sardunyalarla dolu saksılara bakarak yokuşu yavaş yavaş çıkıyorum. Kediler sere serpe, uykulu, gölgelere sığınmış, kıvrılmış yatıyor. Bir ikisinin tüylerini okşuyorum, gözlerini onaylar gibi açıp kapatıyorlar. Biri kalkıp peşime düşüyor, biraz sonra sıkılıp hareket eden bir şeyle ilgileniyor. Ortalık sessiz. Bu sıcakta kimsecikler çıkmamış evinden. İri kaldırım taşları aşınmış, yuvarlaklaşmış, mermer parlaklığında. Bir evin merdivenlerine oturup dinleniyorum. İki yanımda pembe kırmızı sardunyalar. Suyumdan birkaç yudum içiyorum, pencereden bakan iki çocuğa el sallıyorum, yukarıya doğru çıkan iki yoldan birine sapıyorum. Limana tepeden bakıyorum şimdi. Her şey sessiz, huzurlu, deniz uçsuz bucaksız mavi, uzaktan yelkenliler geçiyor. Kameramı çıkarıyorum. Işık tepedeyken fotoğraf zor ama belki bir iki kare çıkar. Dalıp gitmişim.
O sırada gördüm onu. Yüzü yorgundu, acelesi vardı, yirmili yaşları biraz geçmiş görünüyordu. Gri bisiklet yaka bir tişört, açık renk kot, beyaz spor ayakkabılar giymişti. Koyu renk dalgalı saçları ve güneşten yanmış yüzüne baktığımda uzun zamandır buralarda olduğunu düşündüm. Sırtında gitarı vardı. İster istemez uzun parmaklarına kaydı gözüm. Ben sıcaktan bunalmış, limana dalmış bir durumdaydım. Bir anlık bakışmadan kalanlar bunlardı. “Lütfen gitarıma göz kulak olun” dedi. Telaşla gitarını önümdeki duvara dayadı, aceleyle biraz önce çıktığım yokuştan aşağıya doğru yöneldi, uzun bacaklarının adımlarıyla çoktan gözden kaybolmuştu. Önce kısa zamanda dönecekmiş gibi düşündüm. Zaten oradaydım ve fotoğraf çekiyordum. Oyalandım. Gitarı iki duvar arasındaki bir oyuğa dayadım. Güneşten daha az etkilenirdi. Duvarın önündeki alçak hasır taburede biraz oturdum. Liman doyumsuz güzelliğiyle önümde serilmiş, deniz mavi yeşil ışıklı dalgalarıyla baştan çıkarıcı, güneş yakıcı, taşlar pırıl pırıldı. Kale sol tarafta çift sıra taş duvarlarıyla, kapıların üzerindeki mermer armalarıyla ihtişamlıydı. Şövalyelerin, sultanların ruhlarının yaşadığı, ticaret gemilerinin amforalarla şaraplar, altınlar, buğdaylar taşıdığı zamanlarda kayboldum. Ayrılıp gitmek zordu. Kalabalığa girmeden bu tepeden Bodrum’u yaşadığında, artık geldiğin gibi gidemezdin. Bir rüyaya tutsak olmuş, aklımda şiirler, şarkılarla bu kez başka sokaklara dalmıştım. Bir kafede oturup ev yapımı soğuk limonata içtim, gölgelerde dolaştım, karelere sığdırdığım evlere, kapılara, insanlara, çiçeklere tekrar tekrar baktım. Sonra gördüğüm genç çocuğu ve gitarını hatırladım. Telaşla gitarı yasladığım duvara, tepeye döndüm. Güneşin ışıkları biraz daha eğimliydi, yakıcılığı azalmıştı. Ama Bodrum’du. Susuzdu. Sıcaktı. Gitarı yine aynı duvara dayalı buldum. Hemen yanı başında biraz önce oturduğum taburede gitarın sahibi başını demir parmaklıklara dayamış, limana karşı hareketsiz oturuyordu. Ölü gibiydi. Sanki aradan yıllar geçmiş, yaşlanmıştı. Giysileri bile tozlanmış, eskimiş gibiydi. İçimde kıyametler koptu. Koşup başını kaldırdım, gözleri kapalıydı. Nabzını tuttum. Hafifçe atıyordu. Aç gözlerini dedim. Bitkindi, gözlerini hafifçe aralayıp bana baktı. Neyse yaşıyordu. Elimdeki su şişesini ağzına yaklaştırdım. Birkaç yudum içti. Aklıma bir şey gelmiyordu. Aç mısın diye sordum. Evet anlamına başını salladı. Biraz önce gittiğim sokaklardan birindeki dükkândan sandviçle kola buldum. Koşa koşa yanına gittim. Gözleri parlayarak aldı. Büyük ısırıklarla sandviçi çabucak bitirdi. Arada koladan yudumluyordu. Her hareketini izliyor, dengesini kaybeder diye tetikte bekliyordum. Sonunda adını sordum, Eren dedi.
Derin bir üzüntü içindeydi. “Üç gündür ağzıma lokma koymadım. Hayatımda bir şeyler ters gidiyor. Anlam veremiyorum, çözemiyorum. Gitarımı satma noktasına gelmiştim.”
Sanırım açlıktan fenalaştın dedim. Biraz kendine gelmişti. Gitarını kılıfından çıkarıp baktım. Çok iyi korunmuş eski bir gitardı. Sapına kazınmış eski bir tarih gördüm. A.S. 1974
Gitar senin değil mi? Yüzüme şaşkınlıkla baktı. Tabii ki benim. Sanki kendisine ait bir şeyi başkasından kurtarmaya çalışır gibi uzandı, aldı, okşar gibi tellerine dokundu, hayatım boyunca daha önce hiç duymadığım bir melodiyi, sanki cennetten gelmiş notalarla çalmaya başladı. Büyülenmiştim. Güneş Bodrum kalesinin arkasında batarken, sokak lambaları tek tek yanmaya başlarken yandaki alçak duvara ilişmiş, hayranlıkla ona bakıyor, müziğini dinliyordum. Bu esrarengiz yabancının nereden geldiğini, ne yaptığını, sevgi seli içinde çaldığı bu gitarı nasıl bırakıp gittiğini düşünüyor, anlam veremediğim öyküler yazıyordum. Neden bana bırakıp gittiğini de çözemiyordum.
Müzik onu biraz canlandırmıştı. Çalmayı bıraktı. Gitarı kılıfına koymasına yardım ettim. Yavaşça kalktı, üstünü başını silkeledi, dalgalı siyah saçlarını parmaklarıyla şöyle bir düzeltti, size nasıl teşekkür edebilirim bilemiyorum dedi. Benimle birlikte sahile gelebilirsin belki dedim. Çok iyi bir balık lokantası var. Bir şeyler içeriz. Hem konuşuruz. Tellerin sihirli titreşimleri hala kulaklarımdaydı. Gitarın bir gizi vardı. Sanki bilinmeyen bir virtüözün elleri dokunmuştu tellere. Gitar nereden, kimden gelmişti? Sonra o eski tarih, baş harfler, A. S.?
Onu her zaman gittiğim balıkçıya götürdüm. Biraz salaştı ama gözünü korkutmak istemedim. Ali usta merakla yaklaştı, sorar gibi yüzüme baktı. Kim ola ki bu yanındaki? Ona sus işareti yaptım. Fazla üstelemeden gitti. Her zamanki masamı kurdu. Bu sefer misafirim olduğu için fazladan bir iki hoşluk da yaptı. Eren’e sordum. Ne içersin? Fark etmez, ama size eşlik ederim dedi. Çekingen ve sessizdi. Sanki tepede gitarı çalan genç adam başkasıydı. Halsizliğine verdim. Belki de hayatını altüst eden yaşanmışlıklara. Anlatmak ister misin dedim. Denizden gelmiş bir yabancı gibiydi. Gitarına uzandı. Yine çalmaya başladı. Herkes konuşmayı, yemeyi, garsonlar servisi kesmişti. O gecenin nasıl biteceğimi bilemedim. Sanki söyleyemediklerini böyle dillendiriyordu. Gitarıyla, müziğiyle. Biraz sonra gitarı yerine koydu. Benden yaşça çok daha büyükmüş gibi elini elimin üzerine koydu, bakışları olağanüstü derindi.
“Bir zamanlar gitarı benim için yapan usta, zorda bile kalsan asla satma onu, yoksa gelen para uğursuzluk getirecek demişti. Satmamı engellediniz. Sizi görür görmez içgüdüsel olarak gitarı size bıraktım. Ona zarar vermeyeceğinizi biliyordum.”
Kaç yaşında bir adamdı karşımdaki? Nasıl bir gizdi bu? Gitarın bir ruhu vardı, beni de esir almıştı. Duyduklarım, gördüklerim, müzik, gitar, hepsi uçucu bir dans gibi tüm benliğimi kaplamıştı. Artık ne Bodrum’dan ne de ondan ayrılabilirdim.
Nasıl bırakırım Bodrum’u balıkçı
Müziğimde sürükleniyor yüreğim
Aklım ve bedenim tutsak
Sanma ki ben
Gidebilirim