Değerli Okurlarımız, bu ayki sayımızın baş konuğu Kiltablet yazarlarımızdan ilk öykü kitabı internet raflarında yerini alan Sevgili Hüseyin Karagöz… “Kilitli Hatıralar” öykü kitabıyla ilgili sorularıma yanıt vermeyi kabul ettiği için kendisine müteşekkirim. Zira çok yoğun bir iş hayatı var ve zaman en büyük ihtiyacı… Kitabının arka kapak yazısı da bu paralel de… Kiltablet onursal başkanı, hocamız, sayın Nalan Barbarosoğlu’nun ifadesiyle… bakıldığında, zamanı doğa, tarihi insan yazar. adı hayattır…
Sevgili Hüseyin’in öyküleri de zamanın izinde yazılan ve bu ayki temamıza da inanılmaz denk düşen tarihi “leke”lerimizin peşinde okurlarını sürüklüyor. Klasik soruyla başlayalım ve seni senden tanıyalım lütfen… Kimdir Hüseyin Karagöz, nasıl buluşmuştur edebiyat dünyasıyla?
Edebiyata olan ilgim -biraz klasik olacak ama- çocuk yaşlarda başladı. Abim ve ablam benden biraz yaşlıdır. Ben çocukken onlar dünyayı kurtarmaya çalışıyorlardı. Benimle ilgilensinler diye evde ne bulduysam okudum. İlk depresyonum on bir yaşımda Albert Camus’nün “Yabancı”sı sayesinde gerçekleşti. Aynı yıl ilk şiir defterimi oluşturdum. Konu toprak reformuydu. Ailemden gördüğüm sıfır ilgi karşısında öğretmenlerime yöneldim. Bu kez de çocuklara hırsızlığın ne kadar kötü bir şey olduğunu anlatan bir piyes yazdım. Kimse ciddiye almadı. Üstelik ödül olarak annem -ondan fellik fellik sakladığım- defterlerimi bana sormadan çöpe attı. O gün bugün kilitli tutarım yazdıklarımı.
Kitap kapağı sanırım kendi tasarımın. Kitabın adını duyduğumda gözümde klasik, bilinen, anahtarlı asmalı bir günlük kilidi canlanmıştı. Görünce ters köşe oldum. Tamamen modern, şifreli bir kilit seçilmişti. Ve üzerinde iki rakam okunuyordu. Silik olanı 1839… Sonradan bunun Tanzimat Fermanı ilan yılı olduğunu, düşündüm; bilmem doğru mu? Fakat aydınlık olanı 2040’a bir şey bulamadım. Bulmalı mıydım?
Evet, kapak tasarımı bana ait. Kitabın ismi oldukça romantik. İsim kendi hatıralarımı yazdığıma dair bir izlenim oluşturuyor zaten. Ben bunu kırmak amacıyla biraz daha resmi, evrak dosyasını çağrıştıran bir kilit olsun istedim. Kitaptaki öyküler -bir anlamda- ülkemizin de hatıraları sonuçta. 1839’a gelince… Çok doğru bir tespit. Ben Tanzimat Fermanı’nın ülkemiz ve İstanbul tarihi açısından bir dönüm noktası olduğunu düşünüyorum. Lebon Pastanesi, Tokatlıyan Oteli, Pera Palas gibi Beyoğlu’nun ikonik mekanları bu dönemden sonra ortaya çıkıyor. 2040 ise sadece bir tesadüf… Simpson’ların kehanetleri gibi bir iddiam yok.
Gelelim kitabın içine… Hiç bildiğimiz öykü kitaplarına benzemiyor. Adeta bir novellalar geçidi… İlk öykü 52 sf. 7 kısım, ikinci öykü 20 sf, üçüncü öykü bilinen uzunluklarda sayılabilir: 12 sf, dördüncü öykü 50 sf. 18 bölüm, beşinci öykü 26 sf, altıncı öykü tam 63 sf. ve tarih bazında 3 bölüm… Roman olacakmış da sabredilememiş gibi bazı öykülerin… Ne dersin?
Ben bir karakter oluştururken bütün özelliklerini çıkarmaya çalışıyorum. Anne babasıyla ilişkileri, çocukluğu, sevdiği renkler ve bir sürü gerekli gereksiz ayrıntı… Bir de tarih takıntım var. Dönemin özelliklerini de ekleyince ister istemez uzuyor, giderek romanımsı bir hâl alıyor metinler. Bazı uzmanlar, öykünün mekândan ve zamandan bağımsız olayın özüne odaklanması gerektiğini söyledi ama ben ayakları yere basan hikâyeler anlatmayı seviyorum.
İnsan, öyküleri okuduğunda dönem filmi izlemedim de okudum hissine kapılıyor. Zaman, mekân tamam da atmosfer hele ki dönem atmosferi yaratımın büyüleyici… Görsel bir şölen adeta…. Üstelik öğretici… İlk öykünde şeker ve pastacılık eğitimi alıyoruz: Marzipan kek, pralin, fondan, kadife badem şekeri, charlotte kek, ganache, gateau üstüne bir de portakallı profiterol tarifi… Ve günümüz değil, 1800’ler. Bunu nasıl başarıyorsun? İnanılmaz bir emek… Bu öyküyle ilgili ufak da bir dilek: Keşke Markiz’deki bahar panolarının görselleri de yer alaydı kitabında… Gözlerimiz aradı.
Çok araştırıyorum. Gazeteler, reklam ilanları ve kişisel anılar çok yararlı oluyor. Sosyal medya bu anlamda basılı malzemeden çok daha kolay ve ulaşılabilir malzeme kaynağı… Tanımadığım pek çok kişinin profillerinde gezinip özel fotoğraflarına bakmışlığım vardır. Fotoğraflardaki kişilerden daha çok, giysileri, arkadaki eşyaları inceliyorum. Pastane malzemeleri ve yemek tariflerini de araştırarak yazıyorum. Markiz’den bir kare koymayı ben de istedim ama geçmişten yayına uygun bir fotoğraf bulamadım. Özel koleksiyonlarda belki bulunabilirdi ama bu kez de yayın izni almak gerek diye düşündüm. Şu andaki halini göstermeyi de tercih etmedim doğrusu.
Şem-i Aşk öykünde de lale başrolde olmak üzere, çiçeklerin ve en büyük esinlenicisi Baki şiirlerinin büyülü dünyasına giriyoruz. Manolya, taflan, kartopu çiçeği, cihantab, gülgun, işvebaz, turunci… Adeta bahçecilik eğitimi alıyoruz. Özel ilgi alanın karakterde mi can buldu? Yoksa?..
Bahçecilik ilgi alanım değil. Bitkilerle aram hiç iyi değildir. Onların dediklerini hayatım boyunca anlayamadım. Ben hayvancıyım, her türlü hayvanla konuşabilirim. Lale meselesine gelirsek… O zaman iş değişir… Lale Devri ve lale geçmişte araştırdığım bir konu… Bir dönem tam anlamıyla bir çılgınlık yaşanıyor İstanbul’da. Lalenin anavatanı Orta Asya… Oradan getirmişiz. İngilizce ismi de tulipan, türban, tülbent kökünden geldiği söyleniyor. Yine tarih anlatmaya başladım. Lafı dağıtıveriyorum, özür dilerim…
Birçok öykün dönemi itibariyle çokuluslu… Hadi buna tamam diyelim. Bir de dillerini yansıtıyorsun. Bir değil, iki değil… İtalyanca, Fransızca, Rumca, Ermenice, İngilizce, Rusça, Portekizce, Yunanca, Çerkezce hatta Etiyopyaca… Bu nasıl bir zenginlik? Kutluyorum ama merak da ediyorum. Nasıl başardın bunu? Yoksa gizli bir ekibin mi var?
Tek kişilik dev kadro! Ben seviyorum araştırmayı. Araştırma alışkanlığı akademik geçmişimden kaynaklanıyor olmalı. Sadece iyi derecede İngilizce biliyorum. ODTÜ Şehir Planlama masteri üzerine İngiltere’de doktora düzeyinde çalışma yaptığım üç yılım var. Bütün o yabancı kelimeleri teker teker bulup çıkarıyorum. Yapay zekaya da güvenmem. Mutlaka kişisel kaynaklardan teyit ediyorum. Kürtçe için Diyarbakırlı, Yunanca için Rum değil, Yunanlı arkadaşlarıma sordum. O etnik kökenden arkadaşım yoksa üyesi olduğum whatsapp gruplarına yazıyorum. Arkadaşı olan biri çıkıyor. Etiyopya ninnisi biraz zorladı beni… Bazı forum sitelerinde, sohbet odalarında tanımadığım insanlara sorarak ulaştım o ninniye.
Boğaz esintisi öykülerinde izlek misali ilk öyküde girip son öyküde çıkıyor sanki?
Rüzgârları severim. Yaşadığımı hissettiğimi hatırlatır bana. Çocukluğumdan kalma bir alışkanlık sanıyorum. Havayı koklarsınız ya, derin bir nefesle içinize çekersiniz denizin, çiçeğin kokusunu… Yaz öğleden sonraları incir ağacı kokar mesela… O yüzden öykülerin bir köşesinden hafif bir esinti geçiyor olabilir.
Yeni şeyler öğrendiğim öykülerin tadı başka oluyor doğrusu. Mesela ilk öykünde doğanın döngüsü gibi Cadde-i Kebirin döngüsünü öğreniyoruz. Köpekler, paçavracılar, fareler, aracılar ve cadde tertemiz. Bir şey merak ettim. Çöpler Karaköy’de mavnaya yüklendikten sonra ne yapılıyormuş? Dipnotlardan anladığıma göre dönemin belediye kayıtlarını incelemişsin. Yine bir alkış! Bu kaynaklara ulaşmak kolay oluyor mu?
Çöp konusunda yazılmış tez ve makaleler var. Kentleşme tarihi konusunda tez çalışması yaptığım için bu biraz benim kendi resmi eğitimimden aşina olduğum bir konu. Belediyecilik çöp toplama organizasyonuyla başlıyor desem abartmış olmam. O da 1850’lerden sonrasına rastlıyor. Lebon öyküsünün geçtiği yıl olan 1850’deki durumu anlattım zaten. Çöpler mavnalarla toplanıp denize dökülüyor o dönemde. Henüz çöplükler oluşmamış.
Aklıma geldi denize döküldüğü ama yok canım, olmaz öyle şey demiştim, oluyormuş maalesef! Daha çok sorum var ama fazla yormak istemiyorum seni. Hem başkalarına da kalsın değil mi? Son olarak can alıcı konuya gelelim. Tanzimat Fermanı döneminden başlayarak yakın tarihimize kadar çokuluslu bir imparatorluktan cumhuriyete evrilen bir dönemde tarihimizde yer alan: Cinsiyet kırımı, Ermeni Tehciri, Tatavla Yangını, Aşkale Sürgünü, Deniz Gezmiş-Yusuf Aslan-Hüseyin İnan’ın idamları, kilitli hatıralar olarak öykülerinin katmanları arasından kara lekeler misali sızıyor. Kan dondurmuyor ama yürek burkuyor. Bu yumuşak geçişi nasıl sağladın?
Sadece sezgisel… Yazım eyleminin çok sezgisel olduğunu düşünüyorum. Öyle bilinçli bir çaba, bir tercih değil bu. Bu burukluk benim tarihimizi okuduğumda deneyimlediğim bir his… Size de aktarabildiysem ne mutlu bana…
Eklemek istediklerin?
Kiltablet ekibine beni dahil ettiğiniz için çok çok teşekkür ederim. Harika bir ekibiz. Hepinizi ayrı ayrı çok seviyorum. Canancım, kalbin kadar temiz bu sayfalardan bazılarını bana ayırdığın için sana ayrıca teşekkür ediyorum.
Asıl biz çok teşekkür ediyor, başarılarının devamını diliyoruz. Yanıtların öylesine enginlere açılıyor ki bu rüzgâr daha çok yelken şişirecek, belli… Tekrar kutluyoruz.