Ozan geleli bir haftayı geçmiş, içli dışlı oluvermişti, mahkûmlarla. Talihsiz kaderlerinin müebbedinde mahpus değil miydi, hepsi? Ta ki bitene dek, çekilecekti bu çile, kâh volta atarak, kâh tekerlek çevirerek. Taşınması ağır suçlarının ezilmiş benlikleriyle, hafifletici sebep misali: “Kader mahkûmuyuz biz abi, kader!” diyorlardı hep birlikte.
Yazar olduğunu söyleyince, “Yaz be gözüm! Yaz ki mektuplarımızı kadere, bir duyan olsun bizi de!” Suçlu olsalar da insandılar, neticede. Baştan şüpheyle baksalar bile dertlerini dökecek biri lazımdı. Hafifletici sebepleri misali döküldükçe dertleri, hafifleyeceklerdi belki de. Çoğu kabullenmişti Ozan’ı ve kaderini. Yalnız biri uzaktı hep onlara, gözlerini dikmiş şüpheyle bakıyordu Ozan’a… Gözlerinin hapsindeydi hepsi… Kimdi bu? “Makas Necmi” dediler. Lakin kimse yanaşmadı ona rağmen onu anlatmaya.
Aradan iki hafta geçmiş, Ozan, hemen tüm mahkûmları dinlemişti. Gündüz dinliyor, gece kayda geçiriyordu. Hızlanması lazımdı artık. Yarın son gündü. “Sabahlar, toparlarım.” diyordu, kendi kendine. Ertesi gün küçük bir veda partisi vardı, kadere ayna tutan tekerleğe…
Gece yarısı, çalışırken bir hırıltı geldi kulağına. Baktı, Necmi! Uykusunda, aniden debelenmeye başladı koca gövdesiyle. Dizüstünün zayıf ışığı, boşalan teri parlatmaya yetiyordu. Kulak kesildi. “Kiraz, Kiraz!” diye inliyordu. Sonra birden ayağa fırladı, gözü dönmüş gibiydi. Bir adımda Ozan’ın yanına geldi. Soluk, soluğa, avazı çıktığı kadar bağırdı: “Hayvan herif!” Ozan’a baksa da görmüyordu sanki. Hâlâ gördüğü kâbusun içinde yaşıyordu!
Sesine bütün koğuş yataktan fırladı. Işıklar açıldı. N’oluyor diye bakınırlarken, Necmi, birden Ozan’ın boğazına çöküverdi. “Hayvan herif! Hayvan herif!” diye bağırıyordu yine gırtlağını patlatırcasına. Boğazından yakaladığı Ozan’ı tüm gücüyle sarstı. Neredeyse boğacaktı. Elinden zor kurtardılar. İtiş kakış esnasında yere düşen Ozan neye uğradığını şaşırmış, faltaşı gözleri tavana dikili, öylece kımıldamadan yatıyordu yerde, ölmeye yatar gibi…
Necmi’yi zor zapt ettiler. Koğuşun kapısı gürültüyle açıldı. Doluşan gardiyanlar yaka paça götürdüler onu. “Doktor!” diye bağırıyordu başgardiyan, giderlerken.
Hemen, Ozan’ı yatağına uzattılar. Kendisini toparlayamıyordu bir türlü. Mahkûmlar seferber olmuş, kimi kolonya koklatıyor, kimi alnına ıslak mendil bastırıyor, kimi de soğan aranıyordu. Güçlükle kendine getirdiler. Hâlâ olayın şokundaydı. Boş bakan gözlerle, “N’aptım ki ben, ona?” diyordu, durmadan. Ortalık yatışınca koğuşun en yaşlısı, dayı: “Merak etmeyin! Beklerim ben, onu.” diyerek hepsini yatırdı. Gecenin sessizliğinde tek ikisi uyanık kalmıştı, bir de üst ranzasındaki Tüllü Memet.
Ozan, soran gözlerle bakıyordu, hâlâ:
“N’aptım ki ben, ona?”
“Seni görmeye daha fazla dayanamadı zağar, kâbusu depreşti!”
“Kâbusu mu?”
“He ya! İşaret fişeği gibi çarptın adama”
“Ben mi?”
“Öyle olmalı! Kâbusu tetiklendi, sonunda patladı gariban. Eski bir hatıra defterinin talihi kadar kara, hem de kapkara yapraklarındaki dertleri, o fişek aydınlığında tek tek yeniden saçıldı etrafa. Hani insan unuttum sanır ya, aslında hatırlamaz! Hatırlayınca da olanlar olur.”
“Hâlâ anlamıyorum!”
“Anlayamazsın, ne sen ne buradakilerin çoğu. Yirmi senesi var geleli, kimseye tek kelime anlatmadı! Biz de. Bize düşmez tabii ki. Bildiğimizi de bilmez zaten. Gazetede okumuştuk tesadüf. Yoksa nerden bilecez?”
“Anlat hele!”
“Of, of! Bunlar, 90’lı yıllarda köyü yakılanlardan… Daha o zaman kararmış talihleri. Karı-koca gençler. Taşı toprağı altın diye İstanbul’da alıyorlar soluğu… Akabinde Çatalca’da bir iş bulunuyor, ilandan. Patron, sen gibi sandalyeye mahkûm… Çalışmaya başlıyorlar. Çiftlik kiraz dolu, çok severmiş de beyefendi! Necmi çiftliği, Kiraz evi, çekip çeviriyorlar. Bir sürü de adam var etrafta. Bunlar ne ayak diye şüphelenmiyor bizimkiler, başta! Meğer adam mafya babasıymış, Kurt diye yürümüş namı. Bir çatışmada kötürüm kalınca işlerini çiftlik denen bu kaleden yürütür olmuş. Her türlü pislik var yani. Bizimkiler de hem korku hem çaresizlik belasına, kalakalmışlar orada.
Bir süre sonra adam bunların her şeyine karışır olmuş. Yok, Kiraz ne biçim giyiniyormuş, burası köy yeri miymiş, onun bir itibarı varmış. Nasıl bir itibarsa? Kız, modern hizmetçiler gibi giyinmeye başlamış herifin zoruylan. Necmi gündüzleri eve giremez olmuş. Konuklar öyle görmesinmiş, dağ adamı gibi. Smokin giyecekti herhalde. İkisine, bir geceler kalmış. Kiraz’ın ağzını bıçak açmaz olmuş zamanla. Necmi’ye de sokulmuyormuş artık. Günden güne eriyormuş, zavallı. Necmi, şüphelenip sorsa da yok, yok bir şey, çok yoruluyorum, diyormuş sadece. Zaten o da çiftliğin ağır işlerinden sızıp kalıveriyormuş, geceye varamadan.
Sonra bir gün, ağaçların budanma vakti, kirazlara bakım yaparken bahçe makası boydan boya kesivermiş elini. Fırlamış eve. Nasıl oluyorsa kimseler yok ortada! Adam istirahattedir diye seslenmiyor da… O kapı senin bu kapı benim fırdola koca evde Kiraz’ı arıyor. Son adamın odası kalıyor. Kapının önüne gelince bir an durup kulak kabartıyor ki, inilti sesleri… Adama bir şey oldu heyecanıyla içeri girince, ne görse beğenirsin? Seninki sandalyesinde üryan, Kiraz apış arasında. Kafada fötr şapka, ağızda puro, gözler gidik, başka bir dünyada pezevenk.
Necmi, fırladığı gibi, elindeki makasla herifi boğazından budayıveriyor, sonra da s.kini koparıp, sana bu yakışır, deyip ağzına tıkıyor.”
“Aman Allah’ım! E, Kiraz?”
“Aklını oynatıyor yavrucak, hâlâ Bakırköy’deymiş…”
“Niye söylememiş ki?”
“Tehdit etmiş ahlaksız, bir daha Necmini göremezsin, diye.”
Ortalığı derin bir sessizlik kapladı. Sonra ranzanın üzerinden bir ses geldi:
“Tüh, ayol! Bileydim, Necmi abiye kestirtiverirdim, beleşinden!”