Seksen yaşına gelmiş bir hacı olarak, bu satırları titreyen ellerimle yazarken içimi kemiren bir şey var; öyle bir kemirme ki, hani yıllar boyu diş ağrısını erteleyen bir köylünün en sonunda gecenin bir vakti, uyuyamadığı için kendini sağlık ocağının kapısına vurması gibi… İşte öyle bir ağrı. Ama benimki dişte değil; içimde, ruhumun tam orta yerinde, görünmeyen ve bir türlü bastıramadığım bir sancı. Allah’ın varlığına dair bir şüphe… Bunu yazarken bile elim, kalemim, kalbim titriyor. Çünkü bu cümleyi kurmak bile koca bir ömrün üzerine serpilen gölge gibi geliyor bana.

Ömrüm boyunca takvaya uygun yaşamaya gayret ettim. Çocukken babamın dizinin dibinde öğrendim abdestin inceliğini, namazın huşusunu. Sonra gençlik yıllarımda dağılmış bir memleketin içinde ayakta durabilmek için elimdeki tek sağlam direkti inancım. Ramazanlarda köyün çocuklarına harçlık dağıtır, teravih namazlarında imamın arkasından sesimin yettiğince bağırırdım “âmin” diye. Genç yaşta hacca gittim; o zamanlar daha güçlü, daha diriydim. Kâbe’nin gölgesinde, kalabalığın içindeyken kalbimin atışını duyardım; sanki bir kapı açılmış, içeriye ışık dolmuş gibi. Sonra yıllar geçti. Evlendim, çocuklarım oldu, torunlarım oldu. Onları da Allah sevgisiyle büyüttüm. Öyle ki, en küçük torunum bile daha üç yaşındayken “Hacı dede, Allah seni seviyor mu?” diye sorardı bana. Ben de gülümseyerek, “Sevmez mi evladım? Kullarının her hâlini bilir O,” derdim.

Yetmiş beş yaşıma kadar içimde en ufak bir şüphe olmadı. Hiç. Ama bilmiyorum… Son birkaç yılda mı, yoksa birkaç ayda mı başladı bu? Zihnimdeki kurcalamalar önce hafif bir fısıltıydı. Geceleri yatağa uzandığımda, odanın karanlığında bir tür sessizlik çöküyor ya, insanın duyguları o sessizliğin içine sızar. İşte o anlarda başladı. Sanki bir ses, içimde bir çatlak. “Ya yoksa…?” diye fısıldayan bir ses. Önce yanlış duyar gibi oldum. Kendime kızdım. “Bu yaşta mı? Yetmiş yılın birikimi mi sorguya çekilecek?” dedim. Ama ses susmadı. Büyüdü.

Bazen camiye gidiyorum. Cemaatin arasına karışınca içimdeki ses biraz çekiliyor, belki de kalabalığın içinde ürküp saklanıyor. Ama eve döner dönmez yeniden başlıyor. Hani insanların yalnızken kendileriyle konuşmaları vardır ya; ben de kendimle konuşuyorum ama bu konuşma bir sorgu, bir hesaplaşma. Bütün ömrümce dualarım kabul oldu mu? Olduysa hangileri? Çocuklarımın sağlığı, işlerimin yolunda gitmesi… Ama bir şeyi fark ettim: Ne zaman bir sıkıntıya düşsem Allah’a sığındım, lâkin sıkıntı geçince teşekkür etmeyi çoğu kez unutmuşum. Bunu düşününce içimde bir suçluluk hissi kabarıyor. Belki bu şüphe, o unutmaların cezasıdır.

Geçen hafta sabah namazından sonra tespihimi çekerken, avuçlarımda boncukların soğukluğu kalbimdeki sıcak çarpıntıya karıştı. Bir an, “Acaba bunların hepsi kendi kendimi avutmak mı?” diye bir düşünce geldi. Öyle hızlı bir düşünce ki, sanki biri içimden geçirmiş. O kadar korktum ki, tespihi elimden düşürdüm. Boncuklar yere saçıldı, yuvarlandı. Çocuk gibi ağladım. Kırk yaşında, elli yaşında değilim; seksen yaşındayım… Bir insanın bu yaşta neyi sorgulayacağı belli olur sanırdım. Ama benim sorgularım gözümün önüne duvar gibi dikildi.

En küçük torunum geçen ay yanıma geldi. Bana bir resim çizmiş. Resimde gökyüzü var, kocaman bir güneş, küçük bir ev ve önünde sakallı bir adam. “Bu sensin Hacı dede,” diye gülerek söyledi. Güneşi gösterdim: “Bu da Allah’ın ışığı mı?” dedim. “Evet!” dedi büyük bir rahatlıkla. O çocuk masumiyeti… O anda ben bile inanmak istedim. “Işık işte, bana doğru geliyor.” Ama çocuk gittikten sonra resme uzun uzun baktım. O güneş birden çok uzak bir hayal gibi geldi.

Geceleri kabuslar görüyorum. Hem de öyle kabuslar ki, sanki zihnimde bir perde var ve o perde yırtılmış, gerisinden karanlık akıyor. Bazen rüyamda kıyameti görüyorum, ama bildiğiniz o tasvir edilen hâliyle değil. Gökyüzü kararmıyor, yer yarılmıyor. Ben sadece tek başıma karanlık bir boşlukta duruyorum. Ortada ne melek var ne ses. Hiçlik… O hiçlik beni öyle korkutuyor ki, uyanınca kalbim gümbür gümbür atıyor. Yastığıma sarılıp ter içinde kalıyorum. O an aklıma hep aynı soru düşüyor: “Ya gerçekten hiçbir şey yoksa?” Bu soru beni bitiriyor işte. Ruhumun ortasına saplanan bir diken gibi.

Bazen caminin avlusunda eski arkadaşlarımla karşılaşıyorum. Hepsi benden daha neşeli, daha huzurlu görünüyor. İçlerinden biri geçenlerde “Hacı amca, maşallah hâlâ dinçsin,” dedi. Gülümsedim ama içimden bir şey çekilip gitti sanki. “Dinç miyim?” diye sordum kendime. Bedenim belki, ama ruhum yorgun, çok yorgun. Bu şüphe, yediğim ekmeğin tadını bile değiştirdi. Her sabah kahvaltıda oğlumun getirdiği taze ekmeği bile boğazımdan zor geçiriyorum. Sanki içimde bir taş var.

Bir gün oğluma açmayı düşündüm bu durumu. Hatta dilimin ucuna kadar geldi. “Evladım, ben…” diye başladım ama devamını getiremedim. İnsan seksen yaşına gelmişken bile bazı şeyleri itiraf edemiyor demek ki. Çünkü korkuyorum. Kendi çocuğumun gözlerinde hayal kırıklığı görmekten korkuyorum. “Babam, ömrü boyunca Allah’a bağlı yaşayan babam nasıl olur da şüphe eder?” diye düşünmesinden korkuyorum. Bu korku bile inancımdan utandığımı gösteriyor belki, bilmiyorum.

Dün akşam yine salon penceresinin önünde oturuyordum. Güneş batmaya yakınken gökyüzü sarıyla pembe arasında bir renge bürünür ya… O an kendimi tutamadım, ellerimi kaldırdım. Sesim çok kısık çıktı. “Allah’ım…” dedim. “Eğer sen yoksan, bu renkleri kim yaptı? Eğer sen yoksan, bu rüzgâr niye yüzümü okşuyor? Eğer sen yoksan, bu kalbim niye hâlâ atıyor?” Sessizlik… O sessizlik öylesine derindi ki, sanki bütün evren beni dinliyordu ama hiçbir cevap vermiyordu.

O an şunu fark ettim: Belki de bu şüphe cezalandırılmak için değil, sorgulamam için gönderildi. Belki imanın büyüğü, şüphenin içinden geçerek güçlenen imandır. Belki hiçbir cevap bulamayacağım. Belki ömrüm bu soruyla bitecek. Bilmiyorum.

Ama bu sabah aynaya baktığımda saçımın sakalımın bembeyazlığını, yüzümdeki derin kırışıklıkları gördüm ve içimden bir cümle yükseldi: “Şüphe, iman yolculuğunun karanlık bir durağıdır, son durağı değil.” Buna inanmak istiyorum. Belki hâlâ zamanım var. Belki Rabbim beni bu kırılgan hâlimle kabul eder. Belki…

Bilmiyorum.

Ama bildiğim tek şey şu: İçimdeki sancı ne kadar yakıcı olursa olsun, hâlâ dua etmeye devam edeceğim. Çünkü ne kadar şüphe duysam da içimdeki küçük bir yer hâlâ ışığı arıyor. Ve ben o ışığı kaybetmekten çok korkuyorum. Bu korku bile belki inancın bir parçasıdır… Belki de değildir.

Ben yine de ellerimi açacağım.

Belki bir cevap gelir. Belki hiç gelmez.

Ama bekleyeceğim.