Dedem “Haliç tekne mezarlığıdır!” demişti. İlk duyduğumdan beri irili ufaklı teknelerin, pır pırların, balıkçı teknelerinin, mavnaların ıskartaya çıktığını bildiği vakit ölmek için gece yarısı karanlığında, usul usul Haliç’e girdiklerini düşlerdim. Her gecenin sabahında yine uyuyakaldım ve gece gelen tekneyi göremedim diye hayıflanırdım. Hiçbir vakit sabaha kadar uyanık kalmayı beceremediğimden bu cenaze törenlerini de izleyememiştim. Hayır, lütfen ölmeyin diyecektim, çılgın esen rüzgârlarda, dalgalara binin, yunuslarla yarışın, ölmek size yakışmaz.
Bu iki sözcük yani tekne mezarlığı çocukluğumun kâbusu oldu desem yeridir. Düşlerimde bu teknelerin irili ufaklı hayaletleri tepemde dairesel hareketler çizerek uçar dururlardı. Onlar uçup gittikten sonra da batık tekne gövdelerinde dalgıç adam kıyafetiyle yüzerken görürdüm kendimi. Nuh’un gemisi zayıf kalırdı yanlarında. Kafeslerinde türlü cins hayvanlar, sandıklar dolusu hazineler, ambarlarında sabun ve yağ tenekeleri… Balıklarla beraber kırık tahtaların arasından geçerdim. O zaman gövdeleri doğal bir limanda hapis bu teknelerin ruhlarını altından bir anahtarla azat ederek serbest bırakır, onlar da nazlı nazlı ufka doğru sürüklenirken bana el sallarlardı.
Haliç bizim semtimizdi. Bizim yani gayrimüslimlerin. Giderek azalan bir halkın, ıskartaya çıkan teknelerin sığınağı… Ama sabah olup da gün her zamanki gibi başladığı vakit tıkır tıkır işleyen balıkçı motorları, balığa çıkan tekneler dışında öyle ölüp parçalanmış tekneler filan gördüğüm yoktu.
Dedemin anlattığı ikinci hikâye ise teknesini arayan kaptanlarla ilgiliydi. Eğer vaktinden önce tekne ölürse kaptanını, kaptan ölürse teknesini beklerdi. Sahile vuran tekneler intihar edenlerdi, çünkü doğal yolla ölen tekneler tersanede parçalanırdı. Ne hayvanlar ne eşyalar ortalık yerde ölmezlerdi insanlar gibi. Karaya vurmuş bir tekne, karaya vurmuş bir balık gibi intihar etmiş demekti.
Bu ikinci hikâyeden sonraki rüyalarımda Balat’ın ahşap evlerinde fır dönen rüzgârlar, geceleri tiz ıslıklar çalarken, bir ayağı tahta bacaklı, tek gözlü korsanların ıssız ve karanlık sokaklarda tak tak diye gezinen ayak sesleriyle teknelerini aradıklarını duyardım. Ah diyordum niçin bir mezarlıkta oturmaya mecburduk. Kimse beni duymuyordu.
Bir sabah balıkçı Yorgi’nin teknesi çalınmış diye duyduk. Büyükannem koskoca tekne nasıl çalınır diyordu. Bense teknelerin ölmeleri bir yana bir de çalındıklarını duymaktan şaşkındım. Dedem bu işte bir iş var, kim ne yapar Yorgi’nin emektarını diyordu. O senenin en mühim olayıydı sanırım. Katina’yla Mustafa’nın aşkını saymazsak tabii. Aslında bu ikisi birbirine gelip bağlanıyordu sonuçta.
Gençler Katina’nın teyzesine, adaya gitmeye karar vermişler. Yorgi’nin oğlu, işte şimdi tek başıma tekneyi kullanma vakti, arkadaşıma yardım etme sırası, demiş, atlamışlar tekneye. Aniden bastıran fırtınayla gece boyunca boğuşmuşlar. Sonra güç bela deniz polisi bunları Harem’de kıyıya çekmiş. Yorgi biricik oğluna sağ salim kavuştuğu için önceleri önemsemese de giderek tekneyi merak edip durmuş. Katina’yla Mustafa desen bu olaydan sonra çocuklarını yitirmek istemeyen aileleri tarafından adada yapılan bir törenle apar topar nişanlandılar.
Bir akşam vakti Yorgi’nin neden bize geldiğini tahmin etmem zor olmadı. Kazazede tekneyi görmeyi öyle istiyordum ki, beni de yanlarına aldılar. Dedemin teknesiyle karşı kıyıya geçtik. Onu gördük. Devrilen bir ulu ağaç gibi yana yatmıştı. Başını yani kaptan kamarasını yorgun kayalara yaslamış, küskünce sırtını İstanbul siluetine, kız kulesine çevirmişti. Ölmek üzere kıyıya vuran dev bir balina… Bu yok oluşun, tükenişin dehşetli manzarası karşısında duyduğum acıyı tarif etmem bugün bile mümkün değil.
Şimdi dahi ne zaman anımsasam aynı eylül sarısı bir hüzün rüzgârı, içimi titretir. Yorgi ve dedem gibi yaşlılarımızın kaybına mı, buraları terk eden Rum balıkçılara mı, Fanari’ye, kıyıya vuran teknelere mi üzüldüğümü bilemem.