Şebboy sokakta doğmuştu Adem. O sokakta büyümüş, serpilmiş; semti Levent misali bir delikanlı olmuştu. Şebboy sokak benim anam, derdi. Ne de olsa o sokak büyütmüştü onu.
Ademi dünyaya getirmeye çalışırken, anacığı melek olup uçunca, hayırsız babası ortadan kaybolmuş; dedesi bir başına kalmıştı el kadar bebeyle. Yavrusunu kaybetmiş ona mı yansın, hayırsız damat ortalarda yok ona mı yansın yoksa bu talihsiz yavruya mı? Ne yapacağını bilemez haldeyken tüm sokak sahiplenmişti bu talihsiz, sevimli mi sevimli minik bebeği. Zeytin gözlü, uzun siyah kirpikli, gülücükler saçan, insanı adeta kendine çeken bir yavruydu. Önce bir adı olmalı, diye düşünmüştü dedesi. Adem gibi yalnız gelmişti bu dünyaya; en yaraşanı buydu belli ki… “Havva’sını bulunca mutlu olur inşallah!” deyip kulağına üflemişti ismini. Hep talihsiz olacak değildi ya! Adem bebek, dedesine can yoldaşı olmuş, acısını unutturmuş, onu hayata bağlamıştı. Yaşına göre dinç, akıllı bir adamdı dede; tüm sokağı seferber etmiş, Adem’in kuş sütünü eksik etmemişti.
Adem, anacığını sadece fotoğraflarından biliyordu. Çok güzeldi ya da ona öyle geliyordu. Fotoğrafını her eline aldığında kokusunu adeta içine çeker; adı gibi “Şebboy” kokuyor, derdi. Talihsiz bir şekilde bu dünyadan göçünce, komşuları, adını oturdukları sokağa vermiş; bundan gayrı “Şebboy Sokak” olsun demişlerdi. Dedesi de kızının anısına bahçelerine gelin misali bembeyaz şebboylar ekmişti. Ilgıt ılgıt kokuları yayıldıkça sokağa, sakinleri de heveslenmiş, bahçelerini şebboylarla bezemişlerdi.
Sokak gerçekten şebboy sokak olmuştu. Sakin, hepi topu on iki müstakil, bahçeli evin olduğu, çıkmaz bir sokaktı. Her bahar geldiğinde şebboylar rengarenk açar, sokak baştan sona mis gibi kokardı. Öbür sokaklardan kokuyu duyan, şenliği görmeye gelirdi. Değişik şebboylar bulup yetiştirmek için komşular adeta birbirleriyle yarışır olmuşlardı. Saygılarından olsa gerek hiç beyaz yetiştirmiyorlardı. Sadece Ademlerin bahçesi bembeyazdı, gelin anası gibi. Beyaz en güzel kokanlarıydı. Bahar gelip açtığında her biri, kokuları buram buram bahçeye yayılınca, Adem anacağını görüp koklar gibi oluyordu. Sanki beyaz şebboylar anası; bisikletiyle tur attığı sokaktaki bahçelerde açan renk renk şebboylar ise anacığının arkadaşlarıydı. Sokağı turlarken onları seyreder, gülümser, adeta selam verir, Şebboy Hanım’dan selam getirirdi.
Dedesinin duası tutmuş Havva’sını da bulmuştu o sokaktan; anacığının kucağından. Rengarenk şebboyların arasından gelip geçerken, bir gün gözü bir pencereye takıldı. Kocaman iki bal sarısı göz ona bakıyordu. Fark ettiğini anlayınca hemen kayboldu. Sonra bir gün onu kendi bahçelerinin önünde yakaladı. Hayran hayran şebboyları seyrediyordu. Usulca yanaştı; kulağının dibinde fısıldadı: “Beğendin mi?”
Küçük kızın korkudan havaya zıplayacağını sanmıştı. Ama hiç de öyle olmadı. Sakince sordu kız: “Neden sadece sizin bahçeniz beyaz?”, “Adın neydi senin?”, “Havva..”, “ Hadi canım!”, “Niye ki?”, “Benim adım da Adem; Havva’mı buldum desene!”, “Ne demek o şimdi?”, “Dedem anlattıydı. Dünyaya ilk Adem ile Havva gelmişler. Birbirlerini çok sevmişler. Yasak meyveyi yiyince Tanrı onları cennetten kovmuş, buraya gelmişler.”, “Neden? Sevmek kötü mü ki?”
“Ademmmm!”, “Efendim!”, “Hadi, eve gel artık, serin çıktı.”
“Gel seni dedemle tanıştırayım.”, “Yok, olmaz şimdi; annem merak eder.”
Nerede oturuyorsun diye sormadı Adem; biliyordu. Ardından el sallayarak eve koştu. Sevinçle bağırıyordu: “Dedeeee, Dedeeee; Havva’mı buldum!”, “Hani nerde?”, “Kaçtı gitti ama merak etme yakında getiririm göstermeye; hani bana şebboy dikmeyi öğretecektin?”, “Tamam, tamam. Sen hele bu Eylül okula başla. Ekim-Kasım gibi tohumları alır ekeriz bahçeye. Bahara mis gibi açarlar.”
Adem bebek büyümüş, okul çağına gelmiş, dedesinden de şebboy yetiştirmeyi öğrenmişti. Kendi karışıyla değil, dedesinin karışıyla derine gömecekti ki tohumları, iyi kök salıp, güzel büyüsünlerdi. Bir şebboyu anası, bir şebboyu Havva’sı için ekiyordu; can sularına sevgisini katarak. Heyecanla beklemişti ilk ektiği tohumların büyümesini. Dedesininkilere karışmasın istiyordu, ayrı bir köşe bellemişti, kalbine eker gibi…
Gel zaman git zaman Adem çocuk, ergen olmuş, levent misali serpilmiş; Havvası ise topraktan yeni çıkmış genç güzel bir şebboy timsali olmuştu. Mis kokan beyazlar annesi, elvan elvan olanlar Havvası… Dedesi ise epeyi kocamıştı. Hadi artık mürvetini göreyim bu dünyadan göçüp gitmeden, diye ısrar ediyordu.
Başka ısrar edenler de vardı. Adem, gençliğini sürerken; şehir de büyümüş süre süre burunlarının dibine gelmişti. Şebboylarıyla ünlü sokak, plazaların arasında kalmıştı. Güneşlerine el koymuştu bu koca binalar. Şebboylar bile küsmüş; eskisi gibi açmaz olmuşlardı. Her gün bir inşaatçı uğruyordu sokaklarına. Rakamlar havada uçuşuyordu. Sokak sakinleri baştan uzak dursalar da, sonunda paranın yüzü sıcak gelmişti. Başlarını sokacak bir evlerinden gayrı neleri vardı ki? İki tane daha olsa fena mı olurdu? Çoluk çocuklarının hayatı kurtulurdu.
Adem ilk duyduğunda dünyası başına yıkılmıştı. Nasıl olurdu? O sokak her şeyiydi. Anası, sevgilisi, arkadaşı, can yoldaşı… Tüm geçmişi, anıları, kökleri o sokaktaydı. İnsanları anlayamıyordu. Dedesi, nişanlısı Havva bile baştan karşı dursalar da şimdi alışır olmuşlardı bu fikre. Neden olmasındı? Dedesi bak oğlum ben yaşlandım artık, sen daha okuyorsun, ben gözümü kapasam halin nice olur. Elimizde bir tek bu ev varken, iki ev daha olacak. Hem bak evlenmek istiyorsun, kızın ailesi daha ne kadar bekler, okulu bitirsen de iş aslanın ağzında, deyip duruyordu. Havva onu anladığını söylese de, hayatın gerçeklerinden kaçamayız ama buradan kaçarız; yine bir şebboy sokak buluruz diye avutmaya çalışıyordu.
Kolay mıydı bunca yaşanmışlığı ardında bırakmak; hatta gömmek. Sanki anacığı bir kez daha gömülecekti. Adı kalacaktı bir tek. Aynen zamanın ruhu gibi: adı var kendi yok… Sokak var, insanı yok; gül var kokusu yok; sevgi var seveni, saygı var göreni yok. Dışı allanıp pullansa da her şeyin içi boşalıyordu. Para bütün değerleri satın alıyordu; satılan ruhlar peşinat, diğerleri taksit taksit.
Ne düşünse, ne yapsa faydasızdı. Günler günleri kovalamış, nihayetinde dozerler sokağı deşmeye başlamıştı. Teker teker yıkıyorlardı o güzelim evleri, bahçeleri, düşleri, hayalleri… Tüm yaşanmışlıkları kökleriyle söküp bir yana savuruyorlardı.
Adem, can sıkıntısıyla kendini bahçeye attı. Belki ferahlarım diye düşünmüştü. Sıra onların evine geliyordu. Artık buradan çıkmaları, tutulan kiralık daireye taşınmaları lazımdı. Hiç apartmanda yaşamamıştı; nasıl olacaktı? Dozerlerin sesi kulaklarına çarpıp çarpıp gidiyordu. Hava birden kararmıştı. Başını kaldırdı, güneşi kesen plazalara baktı. Hayır onlardan değildi. Yağmurun kokusu geliyordu. Adem aniden fırladı, çapayı kaptığı gibi bahçedeki şebboyları tomurcuklarına, çiçeklerine bakmaksızın kökleriyle sökmeye, talan etmeye başladı. Sanki anılarını başkası değil de kendisi sökerse acısı hafifleyecekti. Seyirci olmaktansa müdahil olmak daha iyiydi.
Gürültüye dedesiyle, nişanlısı içerden fırladılar:
“Adeeemmm, ne yapıyorsun evladım? Çıldırdın mı?”, “Evet dede. Başkaları gömmesin anılarımızı; ben yaparım.”, “Sakin ol evladım. Zarar vererek bir yere varamayız. Başkası olmasın diyorsun ama kendi kendine zarar veriyorsun. Yanlış başladın ama iyi oldu başladığın. Şimdi o şebboyları dikkatlice, incitmeden sök ve arkada hazırladığım saksılara dik. Yeni evimizin bahçesi olmasa da terası var; gönlümüzce şebboy bahçesi eyleriz. Doğayı ana rahminden kovuyorlarsa, biz de Tanrı katına yakın eyleriz.”