Soğuk kış günleri sobalar yakılır. Sıcak hava mutlulukla birlikte bedenimizi sardığında şanslı olduğumuzu hissederiz. Sahip olduğumuz diğer şeylerde olduğu gibi, bunun da bir felakete dönüşebileceğini düşünemeyiz. Soba üstünde kızaran kestaneler, katmerli mutluluğa daha erken ulaşmak için uzanan elim ve yükselen çığlıklar. Annem hemen çektiyse de yüzümün bir tarafı yanmıştı. Ne kadar süre o acıyı çektim, ne kadar süre ağladım tam anımsamıyorum. Ev salçası ilaçtı. Yanık kısım kabuk bağladı. Ağzımı zor açıyorum. Sıvı yiyeceklerle besleniyorum. Annem üzgün, en büyük korkusu yanık izinin kalıcı olması; tiksinen bakışlar, biricik kızının evlenememesi…
Pazar günü. Baba günüm. Her pazar olduğu gibi geldi. Gördü. Bağırıyor,” Seni alacağım, artık cici annen bakacak sana!” Öfkeyle elimden tutuyor. Elim acıyor. İstemiyorum, onunla gitmek istemiyorum. Koşar adım yürüyor. Sürükleniyorum. Dükkanlara bakıyor. Hepsi kapalı. Bir adam bahçe içindeki bir evin merdivenlerinden iniyor. Birlikte yürüyoruz. Vitrininde fotoğraflar bulunan bir dükkânın önündeyiz. İçerideyiz, ışıkların önünde oturuyorum. Anlıyorum, kötü şeyler olacak. Başımı kaldırmak istemiyorum. İki güçlü ele karşı koyamıyorum. Sonunda bulmuştu. Doktor değil, fotoğrafçı!
Annem elimi tutmuş bir bankta oturuyoruz. Çok kalabalık. Çok gürültü. Babam ileride bir adamla konuşuyor. Annem, “Avukat tutmuş” dedi. Babam bir eliyle yanına gitmem için işaret ediyor. Annem elimi bırakmıyor. Koşmak, kaçmak, uzaklaşmak istiyorum. Bakışlarım ayaklarımda; bilekte düzgün katlanmış kısa beyaz çoraplar, siyah ayakkabılar. Aklımın, yüreğimin söz geçiremediği o bir çift ayakta takılı kaldım.
Bir salondayız. Yaşlı sevimli bir adam saçımı okşuyor, yüzüme bakıyor. Pazar günleri gelen görevli memur dedeme benziyor. O gelmiyor, öyle ya altı yaşında koca kız olmuşum, sokağı kendim geçebilirim, boşuna para ödenmesin. Onu özlüyorum. Dışarıdayız. Annem neşeli, iştahla supanglesini yiyor, beni de zorluyor. İstemiyorum. Zamanla o iz hiç kalmadı. Sanki o olaylar yaşanmadı. Onlar unuttu.
Dün gece annem rüyamdaydı. Taksiden indi. Daha genç daha zayıf. Siyah bukle mantosu üzerinde, kulakları üşümüş olmalı ki kahverengi yün eşarbını bağlamış. Sarılmadı, öpmedi. Hep olduğu gibi başı dik, küçümseyen bir edayla, ‘Hangi devirde yaşıyoruz, kurtul artık şu suratındaki izden, bir sürü güzellik merkezi var.’ dedi, dedi işte! Haykırsaydım, hesap sorsaydım, ya ruhumda bıraktığınız izler deseydim. Yine sustum!