İçimde yine aynı huzursuzluk; sebepsiz. Bitmez tükenmez gel gitlerim. Sanki zehirli bir sarmaşık sarıyor beni. Nefes alamıyorum. Boğulacak gibi oluyorum. Benden başka bilen yok.

Etrafımda gülüp eğlenen insanların suratlarına vurasım var. İyisi mi şuradan bir tabak yiyecek alıp bir kenara çekileyim. Susmak… İyi olabilir. Huzur bulurum belki. Biraz sakinlik istiyorum sadece. Hemen şimdi.

Allah aşkına, şunun yaptığına bakın! Çirkin yaratık. Bir elinde sigara, diğerinde bir kadeh şarap. Kocaman evde oturacak başka yer bulamamış gibi gelip yanı başıma çöküverdi. Keyfine ne demeli? Beni rahatsız ediyor. Sinirlerimi zıplatıyor. Zerre farkında değil. Derdi beni çileden çıkarmak mı? Yoksa bilerek mi yapıyor tüm bunları?

Sülük muamelesi… Bana uygun görülen. Reva mı şimdi? Aptal kadın! İnadına sigarasının dumanını yüzüme doğru üflüyor. Duman altı oldum. Üstüme başıma sigara kokusu sindi. Eve dönünce bir de kıyafetlerimi yıkamalıyım akşam akşam. Havalandırmakla geçmez bu leş koku. Uzun kaldı yanımda. Bir sigara değil üst üste beş sigara içti. Az değil.

Dışarı çıkayım en iyisi. Veranda da pek güzelmiş. Manzara şahane. Gökyüzü masmavi. Doğa coşmuş. Bunu daha önce nasıl akıl etmedim! Şurada, bir kenarda durayım. Kimseye bulaşmadan çayımı içeyim. Herkesten uzak durup, biraz nefes alayım. Bu esinti de nereden çıktı şimdi?

Şu şapşala bakın hele. Elindeki tabaktakiler ne öyle? Sağlıklı beslenmekten hiç haberi yok. Kekler, börekler, çörekler… Ayol, insan iki de yeşillik atar tabağına. Sofrada onca salata öksüz çocuk gibi boynunu bükmüş. Çöpe gidecek onca emek… Hepsini ben de bitiremem ki tek başıma. Hele şu narlı salataya ne demeli? Ninem de yapardı ben çocukken. Pek severim. Kalanı paketleyip eve götürsem ayıp olur mu? Bilemedim şimdi. Gözüm en çok o salatada kaldı.

O günlerimi hatırlattığı için mi bunca kaygım? Bir tadına baksalar mutlaka severler. Gitmez çöpe hiç değilse narlar. Ayıklaması da zordur. Kim bilir nasıl üstü başı batmıştır ayıklayanın. Kim yaptı acaba? Sorsam mı? “Amma da meraklı turşusun?” mu der bana içlerindeki ukala dümbelek.

Ben diyorum ya… Ay, şimdi siz bir de benim aksi biri olduğumu düşünmeyin lütfen. Gayet düzgün biriyim ben. Tanısanız belki seversiniz beni.

Sadece bazı takıntılarım var. Seviyorum onları. Yanımda birisi sakız çiğnese mesela, benim için bir cinayet nedeni. Evet, abartıyorum belki. Ama bazen bu abartının içinde bir rahatlık buluyorum. Garip, değil mi? Sinirlerim tavan yapıyor anında. Bir defasında otobüste yanımda çiklet çiğneyen birine tokadı patlatıvermiştim. İyi ki küçüktü de karakolluk olmadık. Neme lazım, ondan sonra sadece kötü kötü bakmakla yetiniyorum yüzüne çiklet çiğneyenin. Anlarsa ne âlâ, anlamazsa hemen yerimi değiştiriyorum. Razı geliyorum bazen uzak bir yolu ayakta geçirmeye, yeter ki sakız şapırtısını duymayayım!

O şapırtı… O sinir bozucu ses… Çocukluğumun uykusuz geceleri… Kardeşim ve ben aynı odada yatıyoruz. Soğuk, metal bir ranza. O altta, ben üstte. Derdi neydi ki daha yatağa girer girmez başlardı diş gıcırdatmaları. Seslenirdim, uyansın, diş gıcırdatması bitsin ben de biraz uyuyabileyim diye. Ne mümkün! Ne beni duyardı ne de o diş gıcırtıları biterdi. Bir gece dayanamadım, aşağı inip uyandırmak istedim. Karanlıkta ayağım takıldı. Kolumun üzerine düştüm. Kırılmış dört beş yerinden. Tam kaynamadı. Kolumun hafif çolaklığı o günlerden.

İlkokul dördüncü sınıftayım. Sonbaharın son demleri. Bayram yeni bitmiş. Güzel harçlık toplamışım. O çok istediğim kazağı alacağız annemle hafta sonu pazardan. İçimde kuşlar uçuşuyor, rengârenk kazaklar dans ediyor. En son heveslendiğim kazak geçiyor önümden. Elimi uzatıyorum, tam tutup alacakken öğretmenin tokadı patlıyor suratımda:

“Ayaklarını sallama artık!” diyor.

Ne ayağı, ne sallaması? Afallıyor, bön bön yüzüne bakıyorum hocanın “Aptala bak!” diyor, “Özrü kabahatinden büyük. Dakikalardır ayak sallıyor, kendimi ders anlatmaya veremiyorum bir türlü. Dikkatimi dağıtıyor. Kaç defa da uyardım oysa. Duymadı. Devam etti ayak sallamaya sırasında. Sonunda beni çileden çıkardı…”

O sınıf, o an artık benim için, en büyük, en bitmez cezaların başlangıcı. İçimdeki tek kişilik hücrem. Hem soğuk hem de karanlık.

Fakirin düşkünü beyaz giyer kış günü. İşte örneği, tam da karşımda. Anam, nedir o üzerindekiler? Altı kaval, üstü Şişhane. O çiçekli jarse elbisenin altına o botlar hiç olmuş mu? Hele ne demeli o rengârenk ucuz boncuk kolyeye ve kulağındaki metal küpelere? Okullara giyim kuşam dersi koysalar yeridir. İnsanın göz zevkinin içine ediyor bu tür insanlar. Parası var aslında, istese âlâsını alır ama işte zevk yoksunu ne olacak! Dolabını açmış, eline ne geldiyse, üstüne geçirmiş. Düşünmemiş, belli. İnsan çıkmadan bir boy aynasına bakar. Uyum hak getire. Bu kız okulda da mı böyleydi? Hatırlamıyorum. Bizim zamanımızda forma vardı. Belki de ondandır.

Beni kimler istedi bir bilseniz… Ben hiçbirini beğenmedim. Davul bile dengi dengineymiş ya işte dengimi aradım durdum hep. Ama bulamadım.

Aslında avukat uygun gibiydi. İçim bir tek ona ısınmıştı. Onunla olabilirdim sanki. Ortaköy’de oturmuş ne güzel çay içiyorduk. “Ben,” dedi, “bir gün çok bira içmiştim.” Çay ve bira ne alaka? Sıkışmış, gitmiş bir ağacın altına yapmış. Çok fena bir bakış fırlatmışım avukata. Sonradan anlattılar. Suratım sirke satıyormuş. Adam korkusuna kalkıp gitmiş masadan, bir şey söylemeden. Kahrolası ne vardı anlatacak öyle? Belki kocam olacaktı.

Ayıp olur, olmaz derken, nihayet tüm cesaretimi topladım. Utana sıkıla bir kap istedim ev sahibinden. Arkadaşım yüzünü ekşitmedi, hatta gülümsedi. O an içimdeki kuşku zinciri sanki biraz kırıldı.

Herkes börek, çörek alırken ben tabağa sadece narlı salatadan, ninemin hatırasından doldurdum. Onu eve getirdim. Buzdolabımın en üst rafına koydum. Bir gün sonra en güzel tabağıma koyup, manzara karşısında, tek başıma, yavaşça yiyecektim. Ama olmadı. Üç gün geçti. Kapağını her açışımda, ninemin kokusuyla karışık o nar taneleri bana bakıyordu. Öyle mükemmel duruyordu ki, yemeye kıyamadım. Bir tanesi eksilirse o anın ve o huzurun da biteceğinden korktum.

Dün akşam açtım, artık kokusu ekşimişti. Narlar bile yumuşamıştı. Ne kadar uğraşsam da huzur çürüyordu. Ben bir türlü huzuru bulsam da devam ettiremiyordum. Lanetlenmiştim bir defa. Kendimi düzlüğe çıkaramıyordum.

Ah avukat ah! Ne güzel razı gelmiştim oysa. Kalçamdaki doğum lekemi gösterebilirdim bir tek ona. “Zamanla geçer,” dediler ben küçükken. Daha da kök saldı inadına. Sanki o leke benimle dalga geçiyor. Benden daha kalıcı olacağına emin gibi.

Ya ne demeli bazı sabahlar üzerindeki o diş izlerine? Aynalara bakmaya korkuyorum. Ya hepsi bir hayalse… Ben nerede yanlış yaptım? Artık kendimden bile emin değilim. Her şey, her insan, hatta ben… Tam kurtuldum, kurtulacağım derken yeniden şüpheyle doluyorum.