Gecenin kör karanlığında beni sokaklara çıkaran bir fısıltıydı duyduğum. Güvensiz bir fısıltı. Sesin peşine takıldım. Yürüdükçe o da uzaklaşıyor aynı frekansta kalmaya devam ediyordu. Etrafıma bakındım. Kimsecikler yoktu. Ses bir süre sonra bir evin önünde sustu. Evin ışıkları yanıyordu. Başımı uzatıp pencereden baktım. Anne babasının kavgasıyla sevgisiz büyüyen kız çocuğu kulaklarını kapatmıştı. Benim baktığımı görünce perdeyi ve ışığı kapattı. Bir damla yaş süzüldü gözümden. Biraz daha yürüdüm. Bir ses duydum tak-es, tak-es ne olduğunu anlamaya çalışırken duvarda süzülen bir gölge gördüm. Bu kez gölgenin peşine takıldım. Bir hastanedeydik. Yoğun bakımdaki babanın başında. Oradan başka bir odaya geçtim, nasıl oldu derseniz ben de bilmiyorum. Otuz-iki gündür aynı kapanda yaşayan kadının yanı başındaydım bu kez. Hastaneden nefessiz çıktım. Her birinin sesi yankılanıyordu kulaklarımda. Birden bir patlama oldu. Oraya koştum. Şüpheli bir paketmiş dediklerine göre. Birden beklemedikleri bir anda. Yine gözyaşı, yine çığlıklar. Derdim bini aşmıştı. Acemi kuşla yaşlı kayın ağacının masalını anlatan Cemre Ana’yı dinleyince içim biraz ferahladı. Bu kaçışa ihtiyacım vardı. Evime dönmeli, uykuya sığınmalıydım. Neredeyse koşmaya başlamıştım. Bir galerinin vitrininde “Yüzsüz Dilenci” tablosuna takıldı gözlerim. Sade tablonun anlattıklarını dinledim bir süre. Adımlarımı yavaşlattım. Başım önümde yürümeye devam ettim. Ev sanki gittikçe benden uzaklaşıyor fısıltılar çoğalıyordu. Bir ses beni şaşkına çevirdi. Pembe bir bavul konuşuyordu kadınla. Kadın yalvarırcasına baktı. Elimi uzatsam elimi tutup benimle gelecekti. Uzatmadım. Kendime yardımım olmadan kime el uzatma hakkım vardı ki? Sessiz çığlıkların sesini bir tek ben mi duyuyordum bu sokakta. Elinde bıçak bana bakıyordu genç kadın. Yerde defalarca bıçaklanmış kanlar içindeki adama o bıçağı alıp bir darbede ben vurdum. Belki iki belki üç. Sesler bir türlü susmuyordu. Atölyenin kapısında gördüğüm kızıl saçlı kadına kadar. “Duymak” dediğin nedir ki dedi bana. Bırak kelimelerin bağırsın, sesini duyursun. Bak bu arkadaşlara hepsi öyküleriyle seslendiler. Belki kelimelerin sesi acılarımıza ses olur, çare olur. Elime bir kitap verdi. “Duyuyor musun?” Önce buradan başla o zaman dedi.

Bu sayımız işte tüm bu seslerden oluştu. Bahar Uysal Karakuş “Acemi Kuşla Yaşlı Kayın Ağacı”, Bengül Alkan “Sesin Yolculuğu” Birgül Ergün “Zihin Ağrısı”, Canan Kuzuloğlu “O Ses”, Dilek Yılmaz “Dilenci” Elmas Tunç “Gölgenin Ardından”, Nazan Çinko “Bavulum Göz Kırparken”, Naciye Kavas “Sonsuz Bir Yankı”, Nuriye Yıldız “Sessiz Çığlık”, Sülbiye Yıldırım “Dilek”, Tuba Tunca “Sesimi Duyan Var mı?”.

Ayrıca çok değerli Nurhan Suerdem’in “Duyuyor musun?” kitabı üzerine yaptığımız söyleşiyi de bu sayımızda keyifle okuyacağınızı düşünüyoruz.

 

 

 

Bir kadın çocuğuna sarılmış sessiz çığlıklar atıyordu. Saçları darmadağın gözünden morluk. Ardından fısıltıyı yine duydum. Peşinden bir süre gittim. Bu kez bir apartmanın üçüncü katına çıkardı beni. Anahtar deliğinden baktım içeri.  Bir adam bilgisayarına kapanmış yazdıkça yazıyordu. Her tuşa batığında kelimeler bağırıyordu çığlık çığlığa. Birden durdu adam. Kapıya doğru başını çevirdi. Masa lambasını söndürdü. Arkasına yaslandığını yaktığı sigaranın ışığında gördüm. Dalıp gitmişti. Fısıltıyı tekrar duyduğumda gün ışımaya başlamıştı. Fısıltı bir ara sokağa sürükledi beni. Bir anda kalabalığın içinde kaldım. Bağırıyorlardı. İsyan ediyorlardı. Neden olduğunu bilmiyordum ama öfkenin sesi çağlayan gibiydi. Başka bir sokağa girdiklerinde bu kez inen copların, bağrışmaların, acının, kızgınlığın seslerini duydum. Durdurmak istedim kimse beni duymadı.

Ertesi akşama kadar uydum. Gecenin kör karanlığında tekrar bir fısıltı duydum. Sokağa çıkıp peşine takıldım. Bu kez yalnız değildim. Duydukları, duyurmak istedikleri sesleri olanlar bir araya gelmişti. Aralarına katıldım. Birlikte fısıltının peşine takıldık. Bizi köşedeki evde yatağında ağlayan küçük çocuğa götürdü. Hepimiz kulak kabarttık. Dinlediğimizi anlayan çocuk ışığı kapatmadan bizimle konuşmaya başladı…