Günlerden bir gün, doğduğundan beri dışına adım atmadığın köyünden, İstanbul’da yaşayan oğlun, babamı ziyarete gelmişsin. Babam da ne akla hizmetse seni sinemaya götürmüş. Sinema çıkışında kasketini çıkarıp kocaman mendilinle kafanda ve yüzünde biriken terleri silerken babamı bir güzel haşlamışsın, “Bütün namazlarım, sevaplarım havaya uçtu!”
En büyük torunun olan bendeniz sinemayı çok sevdim. Her memleket evladı ve çağdaşlarım gibi çocukluğumda Yeşilçam’ı.
Sonra televizyon girdi yaşamımıza Lorel Hardy’i keşfettim. Ferdi Tayfur’un unutulmaz dublajına bayılıyordum. Onlara rastladığımda hâlâ “gülüyorumdur,” merakla “izliyorumdur” gözlerimi “alamıyorumdur.”
Charlie Chaplin’i de televizyonda izledim. Ona gülmekten katıldığım anlarda bile, gerçeklerin dipten vuran acısını en derinimden duydum.
007’nin adını bir kedime vermiştim. Bond’un etrafına birbirinden güzel kadınların doluşmasını anlıyordum da, şapşal sarsak beceriksiz Pembe Panter namlı Müfettiş Jacques Clouseau’da ne gibi bir karizma bulduklarını bilemedim?
Büyüdüm biraz, gençliğimde İstanbul Sinema Günlerinin özellikle Beyoğlu Emek Sineması’nın müdavimi oldum.
İzlediğim film sayısını saysam buraya sığmaz. Fellini’nin Amarcord’unu gözlerim faltaşı seyrettim. Bende iz bırakan bir başka İtalyan filmi de Giuseppe Tornatore’nin İl Cinema Paradiso’sudur.
Büyükbaba, senin aksine inançsız biri olduğum için öte tarafta gideceğim adres belli. Ama sana söz; zebanileri bir ara atlatıp cennette ziyaretine geleceğim. Kuzucuklarına masal anlatmakta olan Adile Teyze’yi de orada göreceğimden eminim. Anlattığı masalları dinlemek istiyorum. Zira masal dinlemeye çok ihtiyacım var.
Sinema ve edebiyat, kimi zaman birbiriyle uyumsuz kimi zaman birbiri içinde eriyen iki sanat dalı.
Kiltablet bu sayısında sinema ve edebiyat ilişkisi, çağrışımları üzerinden kurgulanmış öyküleri sizlerle paylaşıyor, hem iyi seyirler hem de iyi okumalar.