Sessize uzuyor dalları, 

zamanı ağartıp

yapraklarına renk ediyor,

kökünden kuruyası!

Feyza Hanım aynı büyüye hep aynı hayranlıkla takılı gözlerini nektardan çevirdiğinde üşüdüğünü hissetti. Sarmaşığın dibindeki nektarın dalları ona, gece gündüz intiharı düşündüğü zamanları hatırlatıyordu daha çok. Yine de iki hafta önce telefonsuz, pastasız ve pek sebepsiz kaygılarla içine yuvarlandığı elli üç yaşı bile kahvaltıdan aldığı zevki seyreltmeye yetmiyordu muhtemelen. Masanın üzerinde unutulmuş bir bardağı andıran sol kolu ansızın karıncalandı, boğum boğum ensesini bir ürperti yokladı. Nasıl bir arada kalmışlıktır bu, diye düşündü ve yanındaki sandalyeye serili pembe yeleği geçirdi sırtına. Ali Bey bu halini görecek olsa aynen şöyle derdi: Şu bahardan da hiç hazzetmiyorum, ne diye içerde yemiyoruz ki…  Hayata sitem edecek gücü kendinde bulamayınca açık açık gülümsedi Feyza Hanım. Rüzgârı dinlerken hâlâ gülümseyebilmesine ve üşüyebilmesine sevindi sonra.

“Her şey insanlar için abla. Bak güneşe! Her gün bizim için nasıl yine doğuyor…”

“Doğ-ma-sın!”

Dün yine böyle kahvaltı sonrası aheste revan bahçeyi seyirlenirken; balkondan bahçeye doğru açılan demir kapının boyanması gerektiğini düşünüp, yarın hallederim, dediyse de tam da şu an üşengeçliği, tümden yüreğini buruşturuyordu. Bu görevi sonraki zamanlara iteledi. “Hem, hem” diye kekeledi ama devamını getiremedi. “Hem sümbülleri darlayan o dalganları yolacağım ya bugün.” Öksürdü. Neden sonra “Belki” dedi sesli sesli ama devamını hemen getiremedi yine.  “Belki de yalnızca asmayı budarım. Uyanmaya durmuş asmayı budarım.” Bir süre kendisiyle konuşmayı da çatışmayı da kesti. Nasıl bir arada kalmışlıktır bu, diye düşündü gözlerini devirirken.

Ocak ayında geçirdiği anjiyodan beri iki-üç işi aynı güne yük edemez olduğundan; günlerin kısalığı ve hareketlerinin kısıtlılığı, kendisiyle olan çatışmaların dozunu da artırmıştı… İnsan bilmez olur mu hiç, biliyordu işte. Çay bardağının üzerinden masanın ucundaki peçeteye uzanıp ağzını ve ağız kenarındaki beni sildi. Elindeki beyaz mendilin göğünde uçuşan yağdan martıları görünce avuç içinde buruşturdu mendili. Ev de bayağı kirlenmişti. Az sonra misafir gelecek gibi huzursuzlandı. Kızı Ayşe bu telaşesini görse aynen şöyle derdi: “Aman anne ne acelen var, yaparız sonra, kaçıyor mu?” Hayata sitem edecek gücü kendinde bulunca bu sefer, yüzünde açacak olan gülümsemeyi de dalında kuruttu.

Keşke o gün sinemaya gitmek için diretmeseydim diye düşündü tekrar. Keşke yürümeye üşenmeseydim de arabaya binmeseydik, o film bizim bu sinemaya gelmeseydi keşke. Anayol kapalı olsaydı, araba istop etseydi, Ayşe hasta olsaydı da gelmek istemeseydi… İhtimalleri pişmanlığına her bölüşünde farklı bir sonuca ulaşıyordu. Ayrılığın en üryan dalıydı pişmanlık ve onun sessize uzayan dallarını her gün omzunun üstünde hissediyordu. Tüm ağırlığı ile omuzunun üstünde, sahip olduğu ve olmadığı yaprakları batıyor gözlerine… Bulabilse, kökünü kazıyacak  ağacın.

“ Mukadderat Feyza Abla”  

“Sıçarım mukadderatına da.” 

Güneş ışınları çukurlaşmış omzuna dökülürken yeterince ısındığını hissetti. Sokağı boydan boya saran Pazar durgunluğu ne bahçeye ne de zihnine ilişebiliyordu. Yutkundu iki kere. Mutfakta tepinen ve balkona kadar taşan televizyonun sesi kuş cıvıltılarının üzerini örtse de, bakımsız bahçe hâlâ fokur fokur ses kaynıyordu. Üst üste binen seslerin karmaşasında; ön ayak olma, birbirini tamamlama gibi gayeler vardı ve bu bile Feyza Hanımın burada öylece oturma isteğini körüklemeye yetiyordu. 

Masadaki elma reçelinin üzerinde vızıldayan arılara dikkat kesilmişti ki bir titreme aldı içini; televizyonun sesinden ziyade yavaş yavaş çağlayan başka seslere kulak kesildi. Huzursuzca topladı dikkatini. Sonra neşeli ıslıklar duydu: Göz göz kabardı merakı. Kabarıp aralandı, merakı da etrafı dinledi. Lakin bu sefer korkmadı. Ya da bu korkusunun üzerine bambaşka korkular düğümlendiği için çığlık atmadı en azından. Yalnızca çay bardağını avucunun içine doğru çekip sıkı sıkı tuttu. Bir fısıltı yokladı kulaklarının arkasını. Rüzgâr, fısıltıları sırtlanıp, tel tel saçlarının arasında dolandı; boynuna indi, boğazını sıktı, sanki yüreğini sıktı. 

Başlarda delirdiğini düşünmüştü. Bir deliliğim eksik, diye de günlerce  üzülmüştü. Kaza ertesi yoğun bakımda geçirdiği bir buçuk ayın ardından eve döndüğünde ve istirahat günlerinin yarısını, yepyeni ağrıların eşlik ettiği rüyasız uykularından her uyanışında işittiği o ıslık seslerini, ameliyatın internette yazmayan komplikasyonlarından birine yormuş, evham etmemişti. Lakin ıslıklar fısıltıya duruyor, fısıltılar da bazen kahkahaya bazen de kendini oyuna kaptıran çocuklara özgü sızlanmalara dönüşüyordu. İnsan bilmez olur mu hiç, biliyordu işte. Bir keresinde ıslıklara siktiri çekmişti ama o gün gecenin perdeli bi’ vakti su içmeye uyandığında evdeki tüm bardakları kırık bulduğundan beri de hiç sesini çıkarmıyordu enikonu. 

“Hayat gül bahçesidir Feyza’m…”

“YOK. İstemiyorum bahçe, mahçe. Gidin. Hadi gidin. İşiniz gücünüz yok mu evde sizin?”

Sıkı sıkıya tuttuğu çay bardağını elinin arasında araladı. Çok uzaklarda kalmış bir anıyı dürtmek ister gibi öksürdü zorlanarak. Sokağa doğru uzandı bakışları. “Çocuklar” dedi sessizce ve sonra tekrar öksürdü. İnsanın içine aniden doğan sahici hislere yaslandı. Boğazını temizledi ve “Benim de bir kızım var, onu da alıverin yanınıza, çağırın oyununuza emi.” dedi ama devamını getiremedi. Sonra ilk defa fısıltılar fısıltı olduklarıyla kaldı ve çok geçmeden kurudular. Sarmaşığın böğründen tek tek çıkan kuşları dinledi bir süre Feyza Hanım. Yanaklarında öpücükler hissetti, aynı anda bir durgunluk çöktü üzerine. Sokağın durgunluğu eskicinin el arabasının tıkırtıları ile bölünüyordu. Saçlarını bağladığı kara ipi çözerek saçlarını dalgalanmaya saldı. “Eskiler alıyooor, eskicii, hurdacıı” Masadan kalktı, yeleği üzerinden çıkarıp doğrulduğu sandalyenin arkalığına geçirdi. “Nasıl bir arada kalmışlıktır bu” diye düşünerek kahvaltılıkları mutfağa taşımaya koyuldu.