Her insanın içinde bir fısıltı vardır; bazen bastırılmış bir öfke, bazen yasak bir arzu, bazen de derinlerden gelen bir “neden olmasın?” sorusu. İşte o anda başlar şeytan konuşmaya: “Şeytan diyor ki…”
Birine kalbini kır diyor, çünkü o seni anlamadı. Bir sırrı ifşa et diyor, çünkü senin acını kimse umursamadı. Bir yanlış yap diyor, çünkü doğrular seni hiçbir yere götürmedi. Şeytan diyor ki yık, parçala, dağıt…Üstelik sessizce, sinsice, bazen en mantıklı cümlelerin ardına saklanarak söylüyor bunları.
Oysa biz hep şeytanı boynuzlu, kırmızı, elinde üç dişli çatal tutan bir figür gibi hayal ederiz. Gerçek şeytanının o olmadığını belki çook sonraları anlarız ya da hiç anlayamayız. Gerçek şeytan, içimizdeki kırgınlıktan, hırslarımızdan, kıskançlıklarımızdan doğan sesin ta kendisidir aslında. Çoğu zaman kendi vicdanımıza karşı verdiğimiz savaşı da şeytana yükleriz, çünkü sorumluluk almak zordur. Aslında şeytan sadece bir öneride bulunur ve “Şeytan diyor ki…” ile başlar her felaket, ama cümleyi tamamlayan her zaman biz oluruz. Her kötülüğün arkasında önce bir fısıltı, sonra bir karar, ardından bir eylem vardır. Ve eylemin sahibi, en nihayetinde biz oluruz.
Peki şeytanın sesini susturmak mümkün mü? Belki değil. Ama onu dinlememek mümkün. Onunla pazarlık yapmadan, onun sunduğu kolay yoldan sapmadan ilerlemek mümkündür. Çünkü vicdan, şeytandan daha sessizdir ama çok daha derindir. Onu duymak için susturmak gerekir iç sesin isyanlarını, öfkesini, sabırsızlığını.
“Şeytan diyor ki…” ile başlayan her cümlede bir durup düşünmek, asıl şeytanın içimizde bir yerlerde saklı olduğunu anlamak gerek…Şeytan diyor ki kır şu kalbinin süveydasını…
Bu sayımızda da bizlere öyküleriyle destek olan Füsun Uzunoğlu, Hediye Gasımova Nar, Meral Dalkıran, Nezir Suyugül, Nuriye Yıldız, Sonnur Özban Karapınar, Ümit Ahmet Duman’a teşekkür ederiz. Keyifli okumalar dileriz.