Her şeyden çok sevdiği, biricik kızını dünyaya getirip sadece altı ay emzirip hayatını kaybeden kraliçeden sonra bir daha evlenmeyen kral, bütün ilgisini tek evladının mutluğu için göstermeye başlamıştı. Kızı, biricik hayat arkadaşının ona verdiği son armağandı. Özlemini bir nebze olsun giderebilmek için küçük kızın annesinin genç nedimesini dadı olarak görevlendirmişti. Dadı küçük prensese kendi evladı gibi bakıyor, üzerine bir toz dahi konmaması için büyük bir dikkat gösteriyordu. Küçük prensesin beslenmesi için gereken süt sarayın mandırasından geliyordu. Prenses geçen yıllar içinde büyüdü, serpildi, genç kız oldu. Son yıllarda dadının dikkatini bir şey çekti. Prenses çocukluktan gelen alışkanlığı ile her sabah bir bardak süt içerdi. Kızın son zamanlarda içtiği sütü kokladığı, bir kaç yudumdan sonra bıraktığına tanık oldu. Nedenini sorduğunda sütün kokusunu beğenmediği, aradığı rayihayı bulamadığı yanıtını aldı. Oysa kralın mandırası diğer ülkelerde bile nam salmıştı. Cömertliği ile ünlü kral hem kendi ülkesinde, hem de komşu ülkelerde sütü kesilen annelere, annesini kaybeden yeni doğmuş bebeklere, hekimlerin süt içmeyi önerdiği hastalara kraliyet mandırasından süt gönderirdi. Halkı ve komşu ülkeler tarafından çok sevilen kral bu durumdan haberdar olunca şaşırdı ve üzüldü. Mandıra kahyasını çağırarak sütlerde bir sorun olup olmadığını araştırmasını istedi. Kahya; yıllardan beri hayvanların aynı yöntemle beslendiğini, gelen taze yemlerin ülkenin dört bir yanından toplandığını, sütlerin her sabah itina ile sağıldığını, iki kere süzüldükten sonra kaynatılıp prensesin içmesi için yeterli miktar ayrıldıktan sonra yağ, peynir, yoğurt yapıldığını anlattı. Kral ikna olmuştu, lakin kafasındaki soru işareti hâlâ yerini muhafaza ediyordu. Sütü çok seven, fakat bir türlü aradığı lezzeti bulamayan prenses günden güne sessizleşiyordu. Süt onun tek gıdası, hayat bağı haline gelmişti adeta.

Kralla birlikte dadısı da bu duruma üzülüyor, bir mana veremiyordu. Bir gün dadı krala, “Efendimiz,” dedi. “Gelen yemler bir süre sonra tazeliğini kaybediyor. Acaba ülkenin dört bir yanına haber salıp taze yemlerle beslenen hayvanların sütlerini saraya getirsek kızınız o sütleri içer mi?” Kral biraz düşündükten sonra bu fikri fevkalade uygun buldu. Kuzeyden güneye, doğudan batıya ülkenin yedi bölgesine haberciler gönderip sulak ovalarda, ferah yamaçlarda, yüksek yaylalardaki mandıralardan taze yemlerle beslenen hayvanların sütlerinin getirilmesi için ferman çıkardı. Ulaklar derhal yola koyuldu, ülkenin her yöresine kralın bu arzusu iletildi. Sütü beğenilen köylüye yüz altın ödül verilecek, saray mandırasında çalışmaya başlayacaktı.

Kuzeyde, uzak bir dağ köyünde iki ineği, on koyunu, dört keçisi olan küçük bir ev vardı. Orada biri kız, diğeri erkek iki kardeş yaşardı. Anne ve babaları ölmüştü. Ağabey her sabah erkenden hayvanları sağar, sütleri harman eder, bir miktarını kendilerine ayırıp çoğunu kardeşiyle köy pazarına gönderip satar, geçinir giderlerdi. Kendisi de hayvanları yaylaya çıkarırdı. Otlatmak için bir gittiği yere ancak iki hafta sonra giderdi ki körpe yoncalar, taze otlar yeniden büyüsün. Bu yorucu bir işti, lâkin taze yemlerle beslenen, erkenden sağılıp harman edilen sütler pazarda hemen alıcı bulur, köy bakkalından un, şeker, mum alan kız kardeşi erkenden eve gelir, sütü kaynatıp peynir ve yoğurt mayalardı.

Bir aya kalmadan ülkenin her yöresinden saraya belli fasılalarla taze sütler gelmeye başladı. Genç prenses her gün farklı bir yerden gelen sütlerin tadına bakmaya başladı. Lakin bir türlü istediği lezzeti bulamıyor, bir yudum içip bırakıyordu. İki kardeşin yaşadığı dağ köyüne kralın fermanı geç ulaşmıştı. Küçük kız “Ağabey,” dedi. “Biz de kralın kızına süt yollayalım. Belki sütümüzü beğenir, yüz altın ödülü biz kazanırız. Üstelik kralın himayesinde yaşamaya başlarız. Ne dersin?”. Ağabeyi, “İlahi iyi yürekli kardeşim,” dedi. “Bu kadar büyük çiftlikler, mandıralar varken bizim sütümüzün saray katında hiç değeri olur mu? Hayale kapılmayalım.” Kardeşi çok ısrar edince bir süre sonra saraya süt göndermeye karar verdiler.

Fermandaki zamanlamaya göre kendilerine sıra gelince, ağabey aşırı titizlenerek, büyük bir gayretle, saraya mahcup olmamak için kan ter içinde sütleri sağıp harmanladı. Gelen ulağa, “Tez saatte saraya yetiştiresin,” diyerek gün doğarken teslim etti. Sütün beğenileceğini pek sanmıyorlardı.. Fakat kız kardeşi merak ve umutla beklemeyi sürdürdü. Günler, haftalar geçti saraydan bir haber yoktu. Ağabey, kardeşi üzülmesin diye bu konuda hiç konuşmuyordu. Ferman çıkalı neredeyse bir yıl olacaktı. Kralın süt isteyen fermanını unutmuşlardı.

Genç prenses kuzey bölgesinden gelen sütten bir yudum içtiğinde bir an duraladı. Tereddütle bir yudum daha içti. Sonunda bardağı bitirdi. Dadısından bir bardak daha istedi. Kulaklarına ve gözlerine inanamayan dadı hemen krala haber gönderdi. Telaş ve sevinçle prensesin odasına gelen babası “ Yavrum, nihayet aradığımız sütü bulduk galiba,” diye sarıldı. Kızı “Evet baba “ dedi. “Bu sütte annemin rayihası var. Onun için severek içtim. Annemin sütü gibi kokuyordu. Bu sütü gönderen çiftliğin sahibini saraya çağıralım baba. Hem onunla tanışmış olur, hem de vadettiğin ödülü verir, saray mandırasında çalışmasını sağlarız. Sütün lezzetini veren esrarı da çözmüş oluruz.” Kral bir şaşkınlık daha yaşadı. “Kızım,” dedi. “Sen altı aylıkken, daha sütten kesilmeden anneni kaybettik. Onun kokusunu nasıl hatırlarsın?” Prenses, “Baba” dedi. “Sarayda süt veren anneleri görüyorum. Yavrusunu emzirirken mutluluktan heyecanlanıp terliyorlar. Bebekler terli annelerinin memelerini iştahla emiyorlar. Annenin ter kokusu süte geçip bebekleri mest ediyor olmalı. Severek içtiğim sütü sağan kişiyi görmek istiyorum.” Kızını üzmek istemeyen kral mandıra kahyasına durumu anlattı, sütün geldiği çiftlikteki köylünün saraya getirilmesini buyurdu. Kahya “Ama kralım” dedi. “Bir yılı aşkın süredir saraya süt geliyor. Bize de hesabı şaşırdık. O bölgede kırka yakın süt üreten çiftlik var. Hangisi olduğunu nereden bilelim?” Prenses lafa karıştı. “Baba” dedi. “Mademki bebeğini emzirirken annenin mutluluktan terlediğini biliyoruz, ter kokusunun süte geçtiğini düşünüyoruz, o halde köylüleri çağırmak yerine onlardan içliklerini göndermelerini isteriz. Ben de koklar, sütü göndereni bulurum”. Bu düşünce krala göre fevkalade hayali olsa da kabul etmek zorunda kaldı. Sabah şafak sökerken kırk çiftliğe kırk atlı çıkarıldı. Kral, dadı ve prenses merakla ulakların getireceği içlikleri beklemeye başladılar.

Bir sabah delikanlı hayvanları sağdıktan sonra sütleri harman etmeden kardeşinin “Ağabey, bir atlı geliyor” diye bağırdığını duydu. Ellerini yıkayıp teri kurumadan sundurmaya çıktı. Az sonra ağzı köpüklü yağız atından inen ulak “Delikanlı” dedi. “Çabuk içliğini çıkar, bir beze sar, bana ver. Kurumadan saraya götürmem gerek”. Çocuk şaşırdı, lakin emir büyük yerden geliyordu. Terli içliğini çıkarırken kardeşi içeri gitti. Annesinden kalan biri beyaz, biri mavi, diğeri de pembe olan üç tülbent getirdi. Ağabeyinin terli içliğini üç tülbentle sararak bir bohça içinde atlıya teslim etti. Adam bir bardak su istedi, sonra atına atladı, tozu dumana katarak kısa sürede ufukta kayboldu. İki kardeş birbirlerine baka kaldılar. Hiç bir şey anlamamışlar, mana verememişlerdi. Bu durum prensesin sütlerini beğendiği anlamına mı geliyordu? Çocuğun içliğini neden istemişlerdi?

x x x x x x x x x x x x x x x x x x x x x x x

Prenses gelen içlikleri teker teker kokladı. Sıradaki içlikte biraz duraladı. Bir daha kokladı. Yeniden kokladı. Kral ve dadısı sessizce kızı seyrediyordu. Kralın kızı sonunda konuştu. “Baba, bu içliğin sahibini istiyorum. Aradığım rayihayı buldum. Bir daha onu bırakmam.” Geride kızın koklamadığı beş içlik daha vardı.