Günlerdir canım çok sıkkın. “Olmazsa olmaz şartım!” dedi, kestirip attı. Rahatsız oluyormuş. Bırakın aynı ortamda olmayı, uzaktan görmeye bile tahammül edemiyormuş. Hemen başlıyormuş efendim, katılırcasına öksürüp tıksırmaya. Hastanelik olduğu da oluyormuş. “Beni öldürmek mi istiyorsun?” diye sordu bir gün “Hadi, bana gidelim!” diye tutturduğumda. Gelmedi. Oğlumla tanışmak da aynı ortamda bulunmak da istemedi.
Alışır diye beklemem boşunaymış meğer. Olan yine bana oldu sonunda. İki sevgi arasında kaldım. Zor bir tercihe zorlandım. “Ya ben ya oğlun!” diye kestirip attı sevdiğim. Asla annem gibi olmam, onun yaptığı hatayı yapmam derken bu gönül işlerine akıl sır ermiyormuş meğer. İnsan bazen sevdiklerinden vazgeçebiliyormuş. Ölsem yapmam dediğini çaresizlikten yapıyormuş. Hatta eninde sonunda kızlar analarının kaderini de yaşıyormuş. Biz çok küçükken, annem bizi bırakıp sevdiğiyle gitmiş. Bir daha ne aramış ne sormuş. Annemi bir tek ağabeyim hatırlar. Ama anam hakkında hiç konuşmaz. Sadece “Yaptığı çok adice, vicdansızca!” der, arkasını getirmez. Adını bile anmak istemez. Yakında baba olacak, hâlâ içi öfke dolu. Annem nasıl biridir, bilmem. Bizde bir fotoğrafı bile yok çünkü. Hayatımızdan kökten kazınmış. Ondan hiç bahsedilmez. Rahmetli nenem, bizim anamız sayılır, bizi o büyüttü. Ana yokluğu çektirmedi bize. Belki de bundan hiç öfkelenmedim, bırakıp gitti diye kızmadım. Yetti bana sanırım ninemin sevgi ve şefkati. Babam üzülmüş müdür acaba terkedildiğine, üç çocukla tek başına kaldığında? Cesaret edip soramadım. Kadınlardan ölesiye nefret etmiş. Bir iki ufak tefek gönül ilişkisi oldu, hatırladığım ama o kadar, sonunu getiremedi. Bir daha güvenip hiçbir kadını hayatına almadı.
İnanın dün gece hiç gözümü kırpmadım. Aslında yorgundum, biraz kestirsem iyi olurdu. Üstüne bir de moralim çok bozuktu. Nasıl olmasın? Sonunda bir karar vermiştim vermesine ama emin değildim. Kabullenemiyor ve kendimi bunun tek çıkar yol olduğuna bir türlü ikna edemiyordum. Çok zormuş. İki sevilenden birini seçmek zorunda kalmak! Kararımın arkasında duracak, sonuna dek gideceğim. Yapmam dediğimi yapacağım, hem de bugün. Daha önce hiç annemi bu denli yoğun düşünmemiştim. Keşke biraz uyusaydım, anam gelip rüyama girseydi. Rüyada bile olsa onu bir defacık olsun görebilseydim. Kararımın doğru olup olmadığını sorsaydım. O da bana gülümseyip “Yaptığın doğru kızım!” deseydi. Birinin beni içtenlikle onaylamasına çok ihtiyacım var. İçim zerre rahat değil. Yüreğim yanıyor, vicdanım sızım sızım sızlıyor. Kolay olmayacak, oğlumdan ayrılmak, onu başkasına vermek.
Hazin bir aşkın üzerine hayatıma giren adam “Ben saat on bire doğru burundaki çay bahçesinde olurum!” dedi bana telefonda. Yakında evleneceğiz. Yeni bir eve taşınacağız ama oğlumu istemiyor. Ondan nasıl ayrılacağım, aklım almıyor. Düşüncesi bile korkunç. Hiç mi hiç kolay olmayacak. Bana getirildiği günü hatırlıyorum, daha dün gibi aklımda. Dört yıl önceydi. Hava böyle değildi. Yoğun kar yağıyordu. Dışarıda ölümcül bir soğuk kol geziyordu. Üzülmekten ve Allah dışarıdakilere acısın demekten başka bir şey gelmiyordu elimden. O zamanlar sevdiğim adam arabasının altında bulmuş. Alıp bana getirmiş. Bana getirildiğinde üç günlük ya vardı ya yoktu. Gözleri henüz açılmamıştı. Seslere tepki veriyordu sadece. Çok üşümüş, tir tir titriyordu. Belli ki bir anne sıcaklığı arıyordu. Yüreğim sızladı onun o hallerine. Anam bizi yüzüstü bırakıp gittiğinde belki ben de böyle aramıştım bir anne sıcaklığını. Ellerimin içine aldım. Isıtmaya çalıştım ama beceremedim. Sonra, göğsümün içine soktum, ısınınca kendine geldi, kıpırdanmaya başladı. Sesini duyunca mutlu oldum. İşte o zaman “Ölene kadar beraberiz,” dedik, “üçümüz.” Sözde niyetimiz ciddiydi. Evlenecektik. İki çocuğumuz olacaktı. Pek hayırsız çıktı adam. Beni terk edip gitti. Çok üzülmüş, çok acı çekmiştim elbette ardından. O, gitmişti gitmesine ama oğlum kalmıştı bana ondan geriye yadigâr.
Plastik mavi kafesi iyice temizledim. Oyuncak farenin düzeneğini kurdum, kafesin içine bıraktım. Başladı sağa sola kıpırdanmaya. Gelsin, bir an önce içine girsin istedim. Başına gelecekleri anlamış olmalı, günlerdir benden kaçıyor. Bana pek düşmanca bakıyor. Temkinli, küçük ve tedirgin adımlarla kafese yaklaştı, iyice kokladı. “Eyvah, tuzağa düşmeyecek!” dediysem de yanılmışım, kafesin içine girdi. Hemen kapağını kapadım. Ne olur ne olmaz. O içeride ben dışarıda. Sessizce birbirimize baktık. Bakışlarından ve suratından hüzün ve mutsuzluk akıyordu. Demek ki o da anlamıştı sonunda. Vedalaşacaktık birazdan, belki son defa baş başa kalıyorduk. Gözümden yaşlar akmaya başladı. Çok mu tutmuşum kendimi ne? Çok mu içime atmışım farkında olmadan? Sonra dayanamadım daha fazla, kendimi hepten bıraktım, hıçkıra hıçkıra ağladım. Kafesin dışında olsaydı oğlum, gelir her zamanki gibi beni teselli ederdi, biliyorum. Bu daha da koydu bana. Ağladıkça ağladım. Çıkmadan duş aldım her zamanki gibi. Hoş kokular sürdüm. Temiz, sadece sabun kokan kıyafetler giydim. Yeter ki oğul kokmayayım, sevdiğim bana surat asmasın.
Hem evden bir an önce çıkayım istiyorum hem de türlü türlü bahaneler uyduruyorum. Zira henüz hazır değilim ayrılığa. Evden çıkacak gibi oluyorum, adımlarım geri geri gidiyor. Elimde kafes, oyalandıkça oyalanıyorum. Oğlum çekik, derin mavi gözleriyle beni izliyor. Çok huzursuz. Çıkmak istiyor. Kafesi hiç sevmiyor. Bilmez olur muyum ben? Deli gibi kafesi tırmalıyor. Kaçıp kurtulmak istiyor.
Sonunda çıkıyoruz. Yavaş yavaş iniyorum merdivenleri. Dış kapıyı bir hışımla çekip kapatıyorum. Tüm hıncımı kapıdan çıkarıyorum. Sırtımı verip demir kapıya derin bir nefes aldıktan sonra gökyüzüne bakıyorum. Hava güneşli, açık, pırıl pırıl oysa hüzünler yağıyor içime. Nefesim daralıyor. Ölecek gibi oluyorum mutsuzluğumda.
Çay bahçesine giriyorum. Köşedeki masada oturuyor sevdiğim; yanında eşkıya suratlı, iri yarı, orta yaşlarda bir adam. Böyle biriyle ne işi olabilir ki? Bir anlam veremiyorum. Yoksa telefonda bahsettiği adam mı? Oğlumun yeni sahibi? Bakışlarımız karşılaşıyor. İliklerime dek ürperiyorum. Sanki tabancasını çekip beni ulu orta oracıkta vuracak hem de alnımdan. Fena korkuyorum. “Sana bahsettiğim arkadaşım Behçet!” diyor sevdiğim. “Hiç merak etme, evi bahçeli, kedin daha da mutlu olur onlarda. Çocukları da varmış, sever, oynarlar beraberce.”
Bir bardak çay içiyorum hızlı hızlı. Sanki arkamdan atlı koşturuyor. Hep önüme bakıyorum. “Bir çay daha ister misin?” diye sorduğunda sevdiğim “İstemez!” diyorum, pek soğuk bir sesle. Her şey bitsin, bir an önce çekip gideyim istiyorum. Başımı kaldırıp sevdiğim adamın yüzüne bakıyorum önce, sonra da suratsız arkadaşınınkine. Rahatsız olmasın diye masanın altına ayaklarımın dibine bıraktığım kafesi alıyorum elime, ikisinin de gözleri parlıyor. Hele benimkinin yüzünde güller açıyor. Ürker, geri çekilir diye umarken ben, hiç oralı olmuyor. Kafesi elimden almak için bir hamle yapıyor. Şaşırıyorum. İçimin böylesine yandığını nasıl görmüyor? İşte o an nasıl olduysa oluyor, hızlıca elimle elini geriye itiyorum ve “Oğlumla değil seninle vedalaşıyorum” diyorum; kafesi alıp çıkıyorum. Bir daha da dönüp arkama bakmıyorum.