Yaz sıcağının verdiği rahatsızlık ve bu da yetmiyormuş gibi, bir de bedenimde oluşan ve zaman zaman ağrıları karnımda dolaşan Tomurcuklar birbirleriyle çiftleşince, nur topu gibi bezginlikleri kucağımda buluyorum. Hayatım kararıyor… Nefes alamıyorum. Üzerime çöken yoğun baskının altında eziliyor ve işin ilginci buna karşı koyacak mecali bulamıyorum. Bulsam da bunu kullanacak irade hangi cehenneme gidiyor ve orada gizleniyor ya da zıkkımlanıyor, keyif çatıyorsa artık, ona ulaşamıyorum. Ve böylece “ezilme hali” biteviye devam edip duruyor. Pes yani!..
Arada bir şöyle dizlerimin üzerinde doğrulayım diye avuçlarımı yere dayıyor, kollarımı doğrultarak bedenimi yerden uzaklaştırmayı deniyorum- sözün gelişi elbet- değil bedenim başımı bile kaldıramıyorum. Yorulan kollarım, dirseklerimden kırılıp katlanınca gövdem bir seksen yere yapışıyor. Denemelerim arda arda sonuç vermeyince, yerde sürüngen gibi kayarak ilerlesem bari diyorum. Gel gel gelelim sürüngendeki kıvraklık bende ne gezer! Yorulan bedenim bir Yörük kilimi gibi yere serilip kalıyor. Bana da bu zavallı bedenimin dışında yaşama becerileri edinmenin yollarını aramaktan başka bir çare kalmıyor. Bunca zamandır arıyorsam da şimdiye dek bir çözüm bulabilmiş değilim. Al sana bir “pes” daha…
“Yahu…” dedim kendi kendime, “ben sadece bedensel ve atmosferik çelişkilerin sıkıntılarını değil, sanırım “Mental dolanıklığı” da yaşıyorum. Kafam karışık yani…
Peki olan ne? Bedensel tomurcuklanmayı durduramıyoruz. Bu tomurcukların açılıp saçılması, yayılıp bedenimi istila etmesi olasılığı var mı? Var elbette! Olana çare yoksa, olmayacak olandan medet ummaktan başka nem kaldı? Yeri- göğü yaratan ve ikisinin arasında beni yarattığı söylenen ve ne yerde ne de gökte bulamadığım bir Tanrıya yakarmayı da kendime yediremiyorum. En ilkel toplumlardan İyonyalı halklara kadar antik uygarlıklar bile bu Ortadoğulu Halkların yarattıkları Tanrı kadar saçma sapan bir tanrı tanımlamamışlardı. Ay ve güneş tanrıları gökyüzündeydi ve görebiliyorlardı. Zeus’u kendi tapınağında, Apollon’u, Athena’yı, Afrodit’i ve diğerlerini kendi tapınaklarında görkemli bir mermer ya da tunç yontusu olarak görüyorlardı. Çocukça ama sade, göz göre göre ve onların suretleri önünde dileklerde bulunuyorlardı. Apollon oklarını, Zeus yıldırımlarını fırlatıyordu. Benim Tanrıma gelince her şeyi yapıyor, “Ol!” deyince her şey oluyordu, nereye gizlenirsem gizleneyim beni görüyor beni duyuyor, düşüncelerimi ve niyetlerimi okuyordu da bana doğru düzgün yaşayacağım ve mutlu olacağım bir hayat sunmayı beceremiyordu. Olmaz olsundu böyle bir Tengri!..
Zaten öyle ya da böyle Ortadoğulunun bize sattığı bir Tanrı yoktu ve biz olmayan bir Tanrıyı satın almış bulunuyorduk. İşimize yarasa da yaramasa da nasıl olsa bir Tanrımız vardı. Ve Allah korusun… Tanrısız’lık fena bir şeydi… Maazallah adamı sırf bu yüzden öldürebilirler, derisini canlı canlı yüzebilirlerdi. “Enel Hak!..” diye meşhur özdeyiş, bir kulaklarından girip, öteki kulaklarından hiç eksilmeden ve en ufak bir değişikliğe uğramadan çıkıp gidiyordu. Bir işime yaramayan “Olmayan kilisenin papazı” gibi bişeydi. Yalvarsam…Yakarsam neye yarardı ki! Zaten şimdiye kadar da bişeye yaramamıştı!
“Mademki sürüngensin, hiç olmazsa ejderha ol bari” dedim kendime. Kendimi yedi başlı bir ejderha saydım. Elbette tek başlı bir ejderha beni kesmezdi. Olacaksa… Yedi başlı olsun! Ağzımdan burnumdan öfke alevleri fışkırıyordu. Önüme çıkanı kasıp kavuracak, kül ufak edip yok edecektim. İyi de çevremde yok edeceğim kimseyi bulamıyordum. Görkemli ateşim boşluğa savrulup haybeye tükeniyordu. Sonunda ateş de üfüremez oldum, Kursağımda kalıp beni içten içe yakıp tüketmeye başladı. Onu ateş düşürücülerle güçlükle söndürdüm. Bu ateşsiz halim. Çekinmenize, korkmanıza gerek yok! Ne oluyorsa sırf bana oluyor… Ne olacaksa bana olacak! Ateş yakıp kullanmadan önceki atalarıma selam olsun!
Vedanın da bir raconu var; çevrende seni uğurlayacak kimse yoksa kime veda edeceksin? Çevremden hayli uzaktaki sevdiğim az sayıdaki insana, benimmiş gibi davranıp benim olmayan hayata, çok kızdırdıkları için çok küfrettiğim sevmediklerime, taşa, toprağa, suya buluta…Aya, güneşe elveda! Elveda da böyle kuru kuruya “elveda” mı olurdu? Görkemli bir elveda için yer de buna uygun olmalıydı. Aklıma Galata kulesi geldi. Uzun bir yolculuktan sonra kuleye varabildim. Merdivenleri tırmandım. Fotoğraf çeken iki turistten başka kimse yoktu. Kulenin seyirlik alanını çepeçevre dolaştım. Bedenimi aşağıya fırlatacağım yeri tespit ettim. İstanbul’un görebildiğim kısmına bir “elveda” fırlattım… Umurunda bile olmadı. Yalnız kalacağım anı beklemeye başladım. Uzun sürmedi. Çevreyi seyrederken dirseklerimi dayadığım duvara tırmandım. Aşağıya bakınca başım döndü, gözlerim karardı. “Tam sırası” dedim kendime hazır başın dönmüşken fırlat gitsin! Ve bedenimi boşluğa fırlattım. Az sonra bir “küüüt!” sesi geldi kulağıma ve sonra çığlıklar…Bedenim, taş zemin üzerinde sol ayağı dizinden bükük ve sol eli çenesinin altında zavallı bir ölüydü. Ve insan kalabalığı çevresinde halkalanıp onu seyrediyordu. Allah’ın bir kulu da gidip yanına ona yakından bakmaya cesaret edemiyordu. Belki de umursamıyorlardı. Olayın kendisi, bedenimden, bedenimin kimliğinden, onun yaşayıp yaşamadığından daha önemliydi. Yukarıdan seslendim kalabalığa, Ambulans çağırın, belki hala canlıdır diye. Çağırıma aldıran olmadı. Sanki beni duymamışlardı. Merdivenleri ağır ağır indim. Kalabalığa karıştım. Son bir göz göreyim istedim bedenimi…Göremedim. Uzaklaşan ambülansın ardından bakakaldım.
Az gittim, uz gittim, dere tepe düz gittim. Bir an önce evime gidip boğaza bakan pencerenin önündeki kanepeye uzanıp yatmak için can atıyordum. Kulenin merdivenlerinden çok merdiven tırmanıp eve geldim. “Can atmak” fiili üzerine düşünmeye başladım. Bir şeylere ulaşmak için bir şeyleri atmam gerekiyordu. Ver – al dünyası benimkisi, vermeden almasını beceremiyordum. Bedensiz düşüncemi kanepeye uzatmayı beceremedim. Halime güldüm. Höykürerek, hümkürerek güldüm. Gözlerimden yağmur gibi yaş boşanıyordu!..
Eee… Dedim, “hani bedenin yoktu… Bu yaşlar da neyin nesi? “Salak!” Dedi bedensel aklım mental aklıma, “onlar düşüncenin gözyaşları!”