Her akıllarına geldiğinde buruk bir tebessümle anımsayacaklardı o geceyi. Bu nasıl bir tesadüftü öyle…
Arif, Erdem, Kamil, Muhtar, Murat: mahallenin beş haylazı. Baş başa verip Muratgilin bahçe duvarının gölgesinde fısır fısır konuşuyorlar. Beşinin çömelerek oluşturduğu dar çemberden fırlayarak ayağa kalkan Arif parmak uçlarını kot pantolonunun küçük ön ceplerine sokarak ince, uzun boynunu bahçeden taraf uzatıyor. Evle bahçe kapısını boydan boya kaplayan çardaktan sarkan, her tanesinde gün ışığının yıldız yıldız şavkıdığı yakut salkımlara kedinin ciğere baktığı gibi bakarak yutkunuyor. Kalınlaşmaya başlamış ergen sesiyle ve umutsuz bir yüz ifadesiyle “Gülefer nineden istesek verir belki? “Ötekiler “aptal aptal konuşma” diye alayla karışık dörtlü itirazla anında tıkıveriyor önerisini ağzına. Boyu yaşıtlarından en kısa, sarı tombul yüzü arkadaşlarının tabiriyle sivilce tarlasına benzeyen Murat çivit mavisi gözleriyle ters bir bakış atıyor Arif’e. “Ninemi tanımıyorsun sanki. Harpagona lakabını boşuna mı taktık ona? Cimrinin teki o, cimrinin. Kefen parası biriktiriyormuş. Horasan ipeğine saracaklar sanki. Altı üstü üç beş metre bez kumaş yaa, en ucuzundan. Dedemi bile açlıktan öldürdüğünü söylüyor hısım akraba. Babam bizi bırakıp gurbete çalışmaya gidince anam “bu cimriyle aynı evde kalınmaz” diye çekip getmiş. Beni bırakmış ama…” Sesinin titrediğinden konunun duygusala kaydığını fark ederek ve konuyu değiştirme amacıyla yüzünü Kamil’e dönüyor. O sırada birileri görüp de babasına yetiştirmesin diye etrafı kolaçan ederek sigara içiyordu Kamil. “Ulan Kamil, hakikaten edebiyatın kuvvetlidir ha. Kompozisyonların beş çekiyor hep. Çarpık bacaklı Feraye’ye düzdürdüğün şiirleri söylemiyorum bile. Şu ninemin cimriliğini de yazıversen. Moliere’den nesin eksik. Harpagon’un dişisi- Harpagona diyeceksin. Ninemin sayesinde meşhur olursun namussuzum.” Feraye’nin adını duyan Kamil’in yüzündeki kızarıklığa karşın ayağa kalkan Erdem, isminin anlamındaki ağırbaşlılıkla ortaya konuşuyor. “Konumuz Feraye değil bir kere. Ha sütun bacaklı olmuş, ha çarpık bize ne?
Konumuza dönelim. Ağzımızın sularını akıtarak böyle uzaktan bakmakla olmaz. O üzümlerden doyasıya yemenin bir yolu olmalı.”
Hepsinden irikıyım olması sebebiyle arkadaşları arasında çam yarması lakabıyla tanınan Muhtar, aklına gelen fikrin heyecanıyla olduğu yerde yaylanarak zıplıyor. “Evreka, evreka!” Ardından anaç tavuk gibi arkadaşlarını kollarının altına toplayıp “şeytan diyor ki” diye bir girizgahla fikrini açıklıyor. “Gece çardağı patlatacağız” Çalmak fikrine sıcak bakmayan Arif, çardağın altına gerilmiş demir tele uzun zinciriyle bağlı olan ve gece gündüz nöbet başında havlayarak çardağın üstünden kuş bile uçurtmayan koca ağızlı kara köpeği hatırlatıyor. “Kaplan n’olucak?” “O iş bende” deyip kıs kıs gülüyor Murat. “Bazı geceler ninemi, yuttuktan sonra uyuyan güzele dönüştüren bir hapı var. Kıçını devirip horul horul uyuyor karı. O sihirli iksirden verirsem bizim Kaplan kedi olur ne dersiniz?” Murat’ın planı üzerine şeytandan gelen yeni bir öneriyle lafa dalıyor Muhtar.” Harpagona’yı uyutursak? Kökten çözüm yani.” “Yok yok” diye itiraz ediyor Murat. ” Buna cesaret edemem. Az verirsem uyumaz, çok verirsem uyanmaz. Doz ayarlaması filan ince iş, olmaz öyle” “Eee” diyor Kamil “Aynı durum Kaplan için de geçerli değil mi?” “Tüh yaa, bunu nasıl akıl edemedim.” diye kendini kınayan bir ses tonuyla başını kaşıyor Murat.
Şeytanla arasındaki fikir alışverişi yeniden devreye sokuyor Muhtar’ı. “Bu gece anamın çil horozunu Kaplan’a feda edeceğim.” “Ananın değil, tavukların” diye yarı espri, yarı ukalaca bir tavırla arkadaşını düzeltiyor Kamil. Takımın kalemi kuvvetlisi, edebiyatı güçlüsü, çenesi laf yapanıydı ne de olsa.
“Nasılsa Murat’ı seviyor Kaplan” diye devam ediyor Muhtar. “Horozu kümesten arakladığım gibi ateşte çevirip getirmek benim boynuma. Biz çardağa çıkma operasyonuna giriştiğimizde sen Murat, Kaplan’ın kafasını kucaklayıp her hav’a yeltendiğinde bir parça etle oyalayacaksın başını.” Muhtar’ın planına burun kıvıran Kamil “ya köpek rüşvetle susmazsa n’olucak? Hayvanlar açgözlü insanlardan daha karakterli olabiliyor.” Başını iki yana sallayarak bilmiş bir edayla arkadaşını cevaplıyor Muhtar. “Koskoca Rusya’yı tepetaklak deviren rüşvet değil miydi? Ne diyorsun şuncacık kaplancığın çenesini kapatamayacak mı on, bilemedin on beş dakikalık?”
“On beş dakika derken hatırladım” diyor Murat. “Operasyon saati çok önemli. Ninem gün kararınca yatağa girer ama uyumaz. Bir ayağı dışarıda oluyor. Çiçek sulayıp duruyor gecenin üçlerine kadar. Anlarsınız ya.” Hepsi gülüveriyor birden. Kulaklarına kadar yayılmış ağzını zar zor toparlayan Muhtar “gece dört diyelim öyleyse” diye belirttikten sonra herkes evine dağılıyor.
Gece anlaştıkları saatte Muratgilin bahçe duvarının dibine toplaşıyorlar yeniden. Muhtar, kolunun altına sıkıştırdığı poşetten olsa gerek ütülmüş tavuk gibi kokuyor. Kaplan’ın nevalesi de hazır olduğuna göre duvar dibine sinip bekleşiyorlar sessizce. Murat’ın dediğine bakılırsa ninesi uyumuş olmalı.
Bekleme uzadıkça telaşa kapılıyor çocuklar. En geç dört demişlerdi, yarım saat daha geçti. “Uyuya mı kaldı bu herif, ters giden bir şey mi oldu? “diye fısıldıyor Muhtar. Sabırsızlanıyorlar. Bahçeyi kuşatan taş duvarın bittiği yerden başlayan tel örgü çit boyunca ilerliyorlar eğilerek. Evde bir hareketlilik var mı yok mu, kapıdan birinin girip çıktığını daha rahat gözetleyebilirlerdi oradan. Tel örgünün karşısına yeni dizilmişlerdi ki yerden sekiz on basamak yüksekliğindeki sayvana açılan oda kapısı aralanıyor gıcırtıyla. Demir direkler üzerine kurulmuş sayvanın altı boşluk, önüyse korkuluksuzdu. Çocuklar Murat’ı beklerken Gülefer nine çıkıyor kapıdan. Ak dağınık saçlarıyla aynı renkteki uzun partal geceliğiyle atomu parçalamışçasına yorgun ve perişan görünüyor. Elindeki küçük fenerin ışığıyla adımlarını aydınlatarak yürüyüp sayvanın bitiminde duruyor. Söndürmeden yanı başına bırakıyor el fenerini. Ardından elleriyle geceliğinin eteğini yukarı toplayıp kuru, uzun çenesinin altına sıkıştırıyor. Elleri boşa çıkınca beyaz paçalı donunu dizlerine indirerek çömeliyor. Gökte ayın, yerde fenerin ışığında yukarıdan toprak zemini hedefleyerek işeyiveriyor şarıl şarıl. Çocuklar kıs kıs kıkırdaşırken ” oha o da ne? Bitmeyecek gibi. Mesane değil de şelale membaı sanki mübarek” deyip kahkaha atmamak için iki eliyle ağzına abanıyor Kamil.
Küçük fener ışığının yuvarlak haresini çardaktaki asma yapraklarının arasında dolaştırdıktan sonra geldiği gibi geri dönüp kapıyı kapatıyor Gülefer nine. “Kadın iyice uykuya dalmadan bizimkisi çıkmaz “diyor Arif. Tel örgünün dibindeki susuz ark çukuruna oturup saatin beşine kadar bekliyor çocuklar. “Harpagona’nın uyuyacağı, Murat’ın dışarı çıkacağı, operasyonun da baş tutacağı yok bu gidişle” diye fısıldaşıyorlar umutsuzca.
“Birazdan hava aydınlanır, olan çil horoza oldu. Bir daha ötemeyecek ne yazık…” Hiç yeri ve zamanı olmasa da Kamil’in melankolikliği tutmuştu yine.
Tam umudu kesip evlerine dağılmak üzreyken yeniden aralanıyor evin kapısı. Murat eğilip bükülerek tombul vücudunu kapı aralığından dışarı atmayı başarıyor. Daha sonra neredeyse iki büklüm olarak çardağın altındaki demir kapıdan taraf koşuyor. Demir sürgüyü sessizce açıp arkadaşlarının yanına fırlıyor. Açıklaması birkaç kelimelik tek cümle. “Çay, su, karpuz derken çişi bir türlü bitmedi gitti.” Vakit kaybedecek zamanları yoktu. Muhtar’ın koltuğunun altındaki paketi kapıp görev başına dönüyor Murat. Bahçe dışındaki hareketlilik Kaplanı kuşkulandırmıştı. Telin bir ucundan öteki ucuna huzursuzca koşturuyor, Murat’ı tanıdığından ve sevdiğinden olsa gerek havlamıyordu şimdilik. Murat, elindeki paketi koklatarak arkadaşlarının çardağa tırmanacağı yerden uzaklaştırıyor köpeği. Zincirini kısaltıp dizlerinin dibinde zapt ettiği köpeği ödüllendirmeğe başlıyor okşayarak. Kol, but, kanat derken hayvanın başını kucaklayıp kulağına övgüler fısıldıyor dikkatini dağıtmak için. “Aslanım, kurdum, kaplanım.” Çocuklar Kaplan’la Murat’ın görüş alanının ters yönünden çardağa yaklaşıyorlar. Gündüzden planladıkları gibi etten kule oluşturup öyle ulaşacaklar salkımlara. Temelin sağlam olması gerekiyor. En alta çam yarması Muhtar çömeliyor. Onun omuzuna Kamil, bir üstüne Erdem derken, zayıf ve uzun boylu Arif elindeki makasla kulenin en tepesinde yerini alıyor. Buraya kadar her şey istedikleri gibi, tıkırında işliyor planları. Salkımlar kesilecek, Arif’in çardak demirine astığı file torbaya konulacak, birbirine yardım ederek oluşturdukları kuleyi dikkatlice çözerek fileyi kaptıkları gibi dışarı çıkacak susuz arkın derin çukurunda Murat da geldikten sonra gece avının tadını çıkaracaklardı keyifle. Köyde şimdiye kadar Harpagona’nın üzümlerinden tadan ilk kişiler olarak da tarihe geçeceklerdi üstelik.
Cimri nine her tanesi yakut kırmızısı, keçi memesi iriliğindeki o üzümlerden boş ver başkasını kendisi bile yemeğe kıyamazdı. Her sene son tanesine kadar satar, parasını memelerinin arasında taşıdığı ağzı büzük, kumaş kesesinde saklardı. “Ne yapacaksın kefen parası.”
Arif, beş kiloluk bir su kovasının içini dolduracak büyüklükteki ilk salkımı sapından yakalamıştı ki ayağının altındaki kule gümbürtüyle sarsılıyor temelden. Deprem oluyormuş gibi zangır zangır titreşiyor çocuklar. Hiç olmayacak bir yerde ve zamanda peş peşe bir hapşırık nöbetiyle böğürüyor Muhtar. “Hapşu, happşu, happşşu.” Sallanan omuzlar, titreyen bacaklar, patır patır aşağı dökülen gövdeler ve Murat’ın koltuğundan kafasını kurtarıp devrilen kuleden taraf zincirini şangırdata şangırdata koşturan kara Kaplan!
Kuleden çözülenler kırığına çıkığına, ağrısına acısına aldırış etmeden, köpeğin dişlerinden kurtulsun diye demir kapının dışına vuruyorlar kendilerini canhıraş. En son Murat koşarak çıkıyor ve demir kapıyı gürültüyle kapatıveriyor sinirden kudurmuş Kaplan’ın üstüne.
Üzüm yemeği planladıkları ark çukurunda birbirini yemeğe başlıyorlar oflaya puflaya. Her yerleri yara bere içinde. Dizleri, dirsekleri sıyrılıp kanayan Arif “kılavuzu karga olanın…” diyerek fikir babası Muhtar’a yöneltiyor kıvılcım çakan bakışlarını. Suçlayıcı tavırları ötekilerde de sezinleyince itiraz ediyor Muhtar. “Üstüme alınmıyorum, fikir benden çıkmadı. Şeytan diyor ki dedim, siz de kabul ettiniz, kaypaklığa gerek yok.”
İşin garibi yaşanan onca hırgüre Gülefer ninenin uyanmamasıydı. Ömrünün en derin ve sonsuz uykusu için bu geceyi beklemiş olabilir miydi? Belki de. Ecel bu, geliyorum demez ki.