Biraz aptal birini bulsam iyi olacaktı. Bu iş zor bir iş. Kafası çalışan biri ince eleyip sık dokuyacak, olurunu olmazını hesaplayacak, kendine yontmaya çalışacak, hatta belki de onurunu devreye sokmaya kalkacaktı. Tüm bunlar verilmiş olan süreyi uzatmaktan başka işe yaramazdı. Sonuçta kafasını karıştırmak, olmayacak bir işi yaptırmak, sonra bir kenara çekilip seyretmek, küçük de olsa zaferimin tadını çıkarmaktı istediğim. Büyük zaferlere gelince, geçmişimde onlardan çok vardı. Sayısız halk kahramanının boynunu vurdurmak mı dersin, Sokrates’i baldıran zehriyle öldürmek mi dersin, hatta eften püften bir sebepten ikinci dünya savaşını çıkarmak mı dersin. Çok var. Hangisini sayayım. Son olarak İngiltere kraliçesinin saray hazinesinden izinsiz kullandığı mücevherler nedeniyle saraydan atılması, Ukrayna’nın barış kisvesi altında ülkesindeki değerli madenleri peşkeş çekmesi hep benim emeğim sonucunda ortaya çıkmıştı. Bu global başarılara baktığım zaman öyle toplanıp da burada maden araması istemeyiz, maaşlarımıza yeterince zam yapılmadı, ya da evleri bir fiske atsan yıkılacak şekilde yaptınız diye karşı çıkışların ya da sivil toplum kuruluşlarına yapılan yardımların esamesi okunmaz.
Her neyse. Biz işimize dönelim. Küçük de olsa, iş iştir. Bu arada melekler nerelerde dolaşıyor anlamıyorum. Buralarda olup biten bir şeyler var. Tek bildiğim, ben bu işi iyi yapıyorum. Hayatta gerçekten yapılmaya değer bir şey varsa o da benim bitmek tükenmez çabalarımın meyvesidir. Benim görüşüm böyle. Kurbanımı seçerken onun ruhunu okurum. İçindeki siyah beyaz, gölge ya da persona, yan ying vesaire ne kadar zıtlık varsa, onların karanlık tarafına serperim tohumlarımı. Sonuçta kişi karanlık taraflarıyla yüzleşmez mi? Elbette yüzleşir. Bu özeleştiri durumu beni en çok besleyen, kafayı en çok karıştıran durumlardan biridir. Örneğin kötülük yapmamaya çalışıyorsun ama kötülüğe bulaşmadan da istediğin yere gelemeyeceğini biliyorsun. Dayanmak bir yere kadar. Toplumda yalnız kalmanın doğuracağı sonuçlara katlanabilmek her babayiğidin harcı değil. İnsan dediğin sosyal bir varlık. Adının büyümesi için bir gruba arkanı yaslayacaksın. Bu grubun amacının ne olduğu, senin değerlerine ne kadar katkı sağladığı, bunlar fasa fiso. Hem değer de neymiş. Sonunda ufak ufak başlarsın. Bağımlılık gibi. Başlamak bitirmenin yarısıdır derler ya, artık suya bir damla mürekkep karıştı. Su gibi berrak olamazsın bir daha. Ne kadar çabalasan da olmaz. Bazı gözler bunu görür. Zaten onlara bulaşmam. Ara sıra kendime meydan okuma kılıfına sokup niyetlensem de sonuçları önceden kestirebildiğim için harcadığım enerjiye değmez der, vazgeçerim. Bir de uyuşturulmuş tipler vardır. Beyinlerinin hep aynı bölümlerini kullandıkları için diğer bölümlerle aradaki bağlantılar zayıflamıştır. Durumu iyi okuyamaz, yüzeysel, geleneksel rutinlerin dışına çıkamazlar. Duyguya dayalı ilkel tepkilerle, reflekslerle yaşarlar. Bilinmeyene karşı çıkarlar. Her yeni şeyi, oturup kafa patlatacağına bir başkasına sormak kolaydır. İşte bunlar çok işime yarar. Güzel maşa olurlar. Esas işi onlara yaptırırım ama arka planda biraz daha geniş düşünebilen bir beyin her zaman vardır. Bunlarla çalışmak zevklidir. Nereye kadar gidebileceklerini kestiremezsin. Egoları o kadar güçlüdür ki, benim varlığımı zerre kadar düşünmezler. Bu da benim işime gelir. Demiştim ya ince eleyip sık dokumayacak diye. Durumun analizini yaparlar elbette. Yalnız bazen girdikleri çukurdan çıkamazlar. Onlara sürekli değişen ortamlar hazırlarım. Bir yerdeki sorun tam çözülecekken başka bir yerde sorun başlar. Öyle sorunlar ki, çözmek için zekâ ve geniş iletişim ağı gerekir. Ne kadar ağ kurmaya kalksalar da benim alıcılarımı aşabilmeleri zaten olasılık dışı. Bu alıcıların yaygınlığını ve hızını hayal bile edemezler. Tüm dünyada ve uzayda, evrende, ne dersen de, bağlantılarımın hızı onların küçücük beyinlerini iyice küçük, iyice güçsüz, iyice zavallı hale getirene kadar dalga dalga sarsar, serseme çevirir. İşte o zaman enjekte ederim zehrimi. Onurunu ve ideallerini taparcasına sağlam tutan o güruh değildir hedefimdeki. Onlar süründükleri zavallılık içinde büyük bir şey yaptıklarını sanarak şan şeref vatan millet bahanesiyle, ilim bilim sanat peşinde koşarak dünyada kendilerine tanınmış olan süreyi acı ve sadakatsizlik, yalnızlık, anlaşılamama, zamanın ötesinde düşündükleri için toplum tarafından dışlanma tehlikesiyle geçirmeye devam ederler. Galile’ye bak. Tesla’ya bak. Başka adını duymadıklarımızı düşün. Elbette onlara zarar vermek için elimde yeterince zeki ve egosu yüksek malzeme var. İşte zehir o sırada çalışır. Benim zehrimi tadanların sayısı ne kadar artarsa, insanoğlunun zulmü de o denli yükselecek, iyilik, doğruluk, doğa, güzellik zırvaları bir o kadar zarar görecektir. Güzellik demişken beni ilgilendiren güzellik bir kadının bedeninde, bakışında olabileceği gibi, lüks ve ihtişam sanrısına bürünmüş insan yapımı yaşamlarda da olabilir. Böylece doğadaki bir çiçeğin, pırıl pırıl akan ırmakların, ceylanların, ormanların güzelliği paranın yeşiliyle perdelenir. Ne gam. Onlar kendi cehennemlerinde yanarken ben ellerimi ovuşturarak izlerim olan biteni.
Cehennem demişken, o kadar da abartılacak bir şey değil. Tek fark etmeleri gereken bu dünyadaki, kendi elleriyle oluşturdukları paralel cehennem. Bak tüyo veriyorum. Bunu herkese söylemem. Yoksa zebanileri görmüşler, benim alevler içindeki bedenlenmiş tutkulu varlığımı görmüşler, ya da hipnotize edici yakıcı gözlerimi… Asamı kullanırken ki maharetimi bir cambazın ip üzerindeki yürüyüşüne benzetseler ne işlerine yarayacak. Başlarına gelenin farkında olmadıktan sonra. Dünyadaki aptallığın sınırları çizilmedikten sonra…
Zaman daralıyor. Aslında benim “zamanım” yok. Yalnızca amaçlarımı gerçekleştirirken onların zamanını dikkate almak durumundayım. Beni göremedikleri için auralarına, ruhlarına, gönül gözlerine sınır tanımadan girmek, tüm aşınmışlıkları zevkle kullanmak, onlara öte dünyanın ve bu yapay nesnel dünyanın nimetlerini bahşetme sözü verirken -eskiden cennetin anahtarı satılmıyor muydu- yüzlerinde beliren mutluluğu kısa sürede kâbusa çevirmek, ellerini değdirdikleri her şey altına dönüşürken kaynaklarının tükendiğini bir an bile düşünmelerine fırsat vermemek, karanlığımda tek bir zayıf titrek ışık bile olmadan işimi görmek her şeyden önemli. Onların aç gözlülüğüne ve yalancılığına susama fırsatım hiç olmadı. Beni hiç yanıltmadılar. Her zaman, bir renk körünün karartılmış dünyasında kırmızı ve yeşili ayıramadığı gibi, dur ve geç işaretlerini, ya da doğru ve yanlış kavramlarını ayırmakta zorlandılar. Bunu anlasalar bile değişme zahmetine katlanmadılar. Zordu değişmek. Emek isterdi. Oysa yaratıldıklarında kendilerine bahşedilmiş olan vicdan diye tapılası bir ölçek vardı. Onu da kendi istedikleri gibi çarpıttılar. Dedim ya, derin düşünmek zordu onlar için. O nedenle derin düşünmeye kalkanları bir bir yok edebilmek için kanunlar çıkardılar, üstelik de çok sayıda eğitilemeyen, fakirlik kıskacında gelişemeyen çocuk doğurdukları için dünyadaki düşünen, sorgulayan insan sayısına kıran girdi. Tabii ki durumdan şikâyet edecek değilim. Zaten benim işim bu değil.
Sahi. Benim küçük bir işim vardı.
Şunu halledeyim.