Deniz ve Mehtap,
Sordular seni…
Neredesin?
Nasıl derim terk etti,
Bıraktı beni gitti.
Anladılar ki aşkımız bitti!
İçimin dilinde yine bu şarkı… Ben mi dolunayı seyrediyorum? Dolunay mı beni? Hayatımızın kesiştiği bu noktada… Beşiktaş İskelesi’nde… İlk ve son vurgunu yediğim, aşkımızın ilk şahidi bu yerde… Diğer şahidimizse Köprü… Yine, diz çökmüş, rengârenk ışıklı kollarını alabildiğine gökyüzüne uzatmış, yalvarıyor dolunaya… Sakın gitme! Aşkını bıkıp usanmadan ilan ederken hayat doludizgin akıp gitmeye devam ediyor şeritlerinden, aşkına ve aşklara inat! Acı sonlarını bilen, kavuşup ayrılanların acısını parlaklığında gizleyen dolunay, karşılık veremediği bu aşka hüzünlü bir tebessümle gülümsüyor. Ben de! Vedalaştığımız o günden beri her dolunayda başlayıp bittiğimiz bu noktada, hüznümü onunla paylaşıyorum. Bu kaçıncı vapur? Belki gelirsin diye… Ne kadar severim bilirsin seni ve “Dolunay”ı… Ben ve o, köşemizde seni bekliyoruz, hala!
Hayat bir tesadüfler örgüsü… Nasıl da çarptım sana o gün bu köşede? Kadıköy vapurundan inmiş kalabalığı yararak hızımı almış koşuyordum ki, pattt diye tosladım sana. Zor tuttun fotoğraf makinanı. Az kalsın denize uçuyordu. Hışımla arkana dönüp ağzına geleni söyleyecektin ki beni görünce tutuluverdin. Hemen toparlanıp her zaman ortalığı yumuşatmayı becerdiğin o mizah gücünle, “Direklere toslar mısınız, hep?” deyince, kendimi tutamayıp güldüm.
“Çok özür dilerim. Geç kaldım telaşıyla kalabalıktan kurtulunca sizi fark edemedim. Yine şefin asık suratıyla karşılaşmak istemiyorum da… Fotoğraf makinanızı iyi yakaladınız valla, bravo! Çok üzülürdüm, yoksa! Tekrar özür dilerim.”
“Doğruuu! Makinam denizi boylasaydı nasıl tepki verirdim bilemiyorum gerçekten. Ama benim makinam seçicidir. Belli ki sizi beğendi, kaçırmak istemedi elinden, dönüp geliverdi.”
Beni güldürmeye devam ediyordun. İşe yetişme telaşını unutmuştum bir an. Gözüm saate kayınca aklım başıma geldi tabii ki…
“Kusura bakmayın geç kalıyorum. Müsaadenizi rica etsem?”
“Yo! Öyle kolay kurtulamazsınız! Dedim ya makinam sizi beğendi. Fotoğraflarınızı çekmeden asla bırakmaz. Hani kıramadınız ya! Daha da kırmayalım isterseniz? Telefonumu vereyim. Müsait olunca ararsınız bizi.”
“Tamam o zaman, alayım hemen!” diyerek alelacele numaranı telefonuma kaydederken,
“Eeee, nasıl kaydettiniz bizi?” diye sordun merakla hemen…
“İskele Foto”
“Ooo! Bayağı kütük hissi vermişiz anlaşılan!”
Kahkahayı basıverdim. Telaşla uzaklaşırken arkamdan baktığını hissediyordum.
Ertesi sabah vapurdan çıktığımda seni tekrar aynı yerde görünce afalladım. Gözlerin inen bütün yolcuları tarıyordu, adeta! Beni görünce kilitlendiler… Kaçmam imkansızdı artık!
“Dün aramadınız?”
“Kusura bakmayın çok yoğundum!”
“Benim için sorun yok da makinama laf anlatamıyorum. Çok inatçıdır,” derken muzipçe gülümsüyordun.
“Tamam o zaman, madem o kadar dayatıyor akşam 6’da burada,” deyince mutlandın,
“Süper olur, tam da dolunay vakti, siz ve muhteşem fon, çok sevinecek benimki,” diyerek makinanı gösterdin.
“O da benim gibi dolunay aşığı,” diye geçti içimden.
Oysaki akşam bizi bekleyen sürprizden o an ikimizin de haberi bile yoktu.
Çıkışa yarım saat kala ensemde bir sesle irkildim. Okul çıkışı eve gitmemiş, nereden aklına estiyse bana uğramak istemişti. Çocukların sezgileri güçlü olur derler ya!
“Sürpriiiz!”
“Kızım ne işin var bu saatte burada, okulu mu ektin yoksa?”
“Yok, yok! Merak etme! Üniversite tanıtım günü vardı. Katılmak mecburi olmayınca seni tercih ettim. Akşam analı kızlı bir Kadıköy turu yapar, fal baktırırız, dedim. Ne o sevinmedin mi yoksa?”
“Yok canım! Sevinmez olur muyum da bizim şefi bilirsin işte! İki gün surat asar şimdi. Şubedeki paraları yüklenip götüreceksin ya!”
“Aaaa ne iyi olur valla! Hadi yapalım! Üniversite derdi falan kalmaz o zaman!”
“Bırak zevzekliği, duyar muyar şimdi! İş çıkarma başıma akşam saati!”
Günün yoğunluğunda üst üste sürprizler fazla geldi ve sen aklımdan tamamen çıkıverdin. Tam Beşiktaş iskelesine girecekken yine o köşede, “Merhabaa!” diyen sesini duyunca aklım başıma geliverdi. “Eyvaahhh!” dedim içimden, “olanlar oldu!” Kalbim yerinden fırlayacaktı. Ne yapacağını şaşırmış bir halde kızımın şaşkın bakışlarından kaçmaya çalışıyordum ki kelimeler ağzımdan dökülüverdi:
“Aaaa, merhaba! Nasılsınız? Tanıştırayım, kızım, Dolunay!” dediğimde yüzünde beliren ifadeyi görmeliydin. Gülmemek için kendimi zor tuttum. Tabii, bir de seni ona tanıştırmam gerekiyordu da ne diyecektim?
“Bak Dolunay’cım bu bey fotoğraf sanatçısı –adını bile bilmediğimi o an fark ettim- … Dolunay temalı bir sergi hazırlıyormuş. Ben de adın nedeniyle bu konsepte çok yakışacağını, sizi tanıştırabileceğimi söylemiştim. Tesadüf sen gelince bir taşla iki kuş oldu. Ne dersin?” derken sıraladığım onca yalana kendim bile hayret ediyordum.
Kızım da afallayarak yavaşça, “Tabii neden olmasın, madem istiyorsun,” dediğinde, suratının aldığı hal görülmeye değerdi. O an sanki mizah gücün bana geçmiş, sana ise kal gelmişti. Neyse ki iyi idare ettin.
“Merhaba! Çok memnun oldum. Annenin abarttığını düşünmüştüm ama gerçekten bir dolunay güzelliği var karşımızda. Sergime yardımcı olursan çok sevinirim,” diye yalanımı sürdürdün.
Bir çarpışmayla doğan aşkımız… Dolunay’ın dolunaylı fotoğraflarıyla bambaşka bir çehreye bürünen, ses getiren sergin… Kızıma gösterdiğin baba sıcaklığı… Seçeceği mesleğe olan katkın… Rüya gibi geçen bir yıl… Hepsi bir rüya mıydı gerçekten?
Ne olurdu dayansaydın da “Koca şehirler bana göre değil; hadi benimle Kaş’a gelin!” diye tutturmasaydın.
Bir tek kızının adını seçmekte özgür kalabilmiş bu kadına hayatın dayattıklarını bir de sen dayatmasaydın da dayanak olsaydın, deniz ve mehtaba sordurtmasaydın, ne olurdu?
Şimdi ben ıssız, sen ıssız, D/dolunay bile ıssız…