Beyaz gömleğin yakasına siyah kravatını taktı, üzerine aynı renkte takım elbisesini giydi. Aynanın önüne geçti. Sarı lüle saçlarını jöleyle şekillendirip parlattı. Aynaya doğru iyice eğilip elini sakalsız ve pürüzsüz yüzünde gezdirdi. Kumral biçimli kaşının birini kaldırıp mavi bir bakış attı aynaya. “Olmadı” dedi. Siyah gözlerle sert bakış tutturmak daha kolay olurdu diye düşünüp bir of çekti. İtici ve sert bakması gerekirdi, yoksa kimse ciddiye almaz, babasının gözüne giremezdi. ABD’ye benzetiyordu aile şirketlerini. “Çalışma izni” alıncaya kadar isimsiz inşaat şirketlerinin şantiyesinde sırtından az terler akıtmamıştı tabii. Birkaç prova sonrası sert ve otoritesine “eh işte olduğu kadar” diyebileceği bir bakış yakalayıp yüzüne oturtmaya çalıştı. Olmuş muydu? Siyah rugan ayakkabılarını giyip evden çıktı. Holdingin yönetim kurulu toplantısına katılacaktı ilk kez. Heyecanlıydı. Uzun büyük masanın etrafında oturanların garip bakışları altında geçip baştaki koltuğun sağındaki sandalyeye oturdu. Masa başındaki eniştelerinin kendi aralarında ona bakıp fısıldaştıklarını gördü. Olabildiğince yüzünü ekşitip sert ve gergin görünmeye çalıştı. Büyük eniştesinin, diğerlerine “Dönmezler Holdingin Yanardöner varisi” dediğini ve kendisiyle alay ettiğini açıkça duydu. Anlaşılan pençe göstermesi, gardını alması gerekiyordu. Bir yolunu bulup babasıyla (patronla) konuşmalıydı. Ama nasıl? Tatsız geçen toplantının ardından babasıyla konuşma cesaretini Kaf dağının tepesinden indirip ona bir mektup yazmaya karar verdi. Patronun o sıralar yurt dışında oluşu kararını uygulamasında önemli etken oldu. Uzaktaki birinin arkasından atıp tutmak, övmek, sövmek, yermek, yüceltmek kolay göründü gözüne. Bunun üstüne bir şişe kırmızı şarabı devirdikten sonra deli yüreği yemiş gibi oldu. Kalem kâğıdı alıp yazmaya başladı. Yazdıkça, zaman zaman planlamadığı satırlara da yer verdiğini fark etti, ama aldırmadı. Dumanlı kafayla ilerledikçe kontrolü elinden çıkan mektubuna şöyle başladı:
Çok saygıdeğer ve sevgili babacığım!
Beni onurlandırıp şirketinize işe aldığınız günden sonra benimle ilgili negatif düşüncelerinizden kurtuldunuz mu çok merak ediyorum. Hep söylediğiniz gibi işe yaramaz beceriksizin tekiyim. Köklü ailenize ve asil şahsınıza yakışmayan, yüzkarası bir evlat, büyük servetinizi hak etmeyen tek erkek varisinizim. Damatlarınızdan alt konumda olsa da, beni şirkette işe almanızla biçtiğiniz kaftanı giydiğim, istediğiniz gibi kaba erkek ses tonuyla konuştuğum sürece, bir gün tüm işlerinizin başına geçecek kadar beni yücelteceğinizden eminim.
Hatırlıyor musunuz bilmiyorum ama ben hiç aklımdan çıkaramadım küçükken bana söylediklerinizi.
Dokuz –on yaşlarında ya vardım ya yoktum. Sık sık hastalanan çıt kırıldım bir yapım vardı. “Sanki erkek değilsin, hiç bana benzememişsin. Gittin de kız yüzlü dayılarına çektin” diye azarlardın beni. Akrabalardan ve çevredeki kız arkadaşlarımdan “uzak dursun” diye tembihlerdiniz anneme. “Üç kızın arkasına bir erkek evlat doğurdun, o da diğerlerinden daha bir kız çıktı başıma” diye bas bas bağırdığınızı duyardım hep. Şanınıza yakışır, güzel hatunlardan vakit bulup anneme ayırdığınız birkaç kıymetli dakikanın içinde ismim geçerdi, üzülürdüm. “O” diye bahsederdiniz benden. Adımı o mübarek ağzınıza alırdınız ara sıra, sonra da dişlerinizin arasında ezerdiniz murdar lokma gibi. Birkaç balgamlı tükürükle kurtulurdunuz ismimden. Sinirlendiğinizde bile başka asil olurdunuz, kalın boğazınızı sıkan kravatınızı gevşetir, kollarınızı göğsünüzde çaprazlar, büyük salonun cilalı ahşap parkelerinin üzerinde siyah rugan ayakkabılarınızdan çıkan gıcırtılarla o baş bu başa vargel ederdiniz. Dar, ince omuzlarının sallanışından ağladığı belli olan annemin yanında –bahçedeki havuza bakan büyük sürgülü camın önünde soluk soluğa köpürürdünüz (çok affedersiniz, konuşurdunuz demek istedim). Asilzadelere mahsus telaffuzunuzla küfürleriniz bile biçimlenerek dökülürdü kadıncağızın kafasından aşağı. Titreyen omuzlarından tutup sertçe kendinize döndürürdünüz ağlamaktan kıpkırmızı şişmiş yüzünü. Annemi hiç sevmediniz mi babacığım?! Hep sormak istemişimdir; gel gelelim ki sizin gibi özel yetiştirilmiş bir aile çocuğu değilmiş ki zavallı kadın. O zaman neden evlendiniz diye sormak istiyorum ama kararlarınızı sorgulayan bir ukala izlenimi bırakmak istemiyorum üzerinizde. Hem sorgulamak bana düşmez. Kendi kendimin kim olduğunu, ne istediğimi, hangi renklerden hoşlandığımı- maviden mi, pembeden mi- bilemeden sizi sorgulayacak kadar münasebetsiz ve hadsiz değilimdir, inanın bana. Kimliğimi bulmam için neler harcadınız babacığım, hakkınızı ödeyemem. Mavi odalarda koyu renklerle karartmaya çalıştınız gözlerimi. Ne yazık ki dayımın mavi gözlerinden, sarı lüle saçlarından, beyaz teninden almıştım nasibimi. Sizin asil hatlarınızdan- kara kaş gözünüzden, siyah düz saçlarınızdan, sert bakışınızdan- en ufak bir iz taşımıyormuşum cılız yüzümde. Tek suçlu vardı, annem. Ve yıllarca sizin altın kafesinizde, pardon sarayınızda demek istedim, müebbet hapisle cezasını çekti öldüğü güne kadar. Sakın sizi suçladığımı düşünmeyin babacığım, suçlu cezalandırılmazsa adaletten bahsedebilir miyiz? Ben sizin adaletinizden hiç şüphe etmedim. Damatlarınızı baş tacı yaptığınız zamanlarda bile umudumu kaybetmedim, sabırla bekledim, bir gün asil kanınızın taşıyıcısına döneceğinizi biliyordum. Siz her ne kadar beni inkâr edip varlığımdan utansanız da damarlarımdaki kanda dolaştığınızın farkındasınız aslında. Biliyorum, bu yüzden kahramanlık destanlarından çıkma yiğit delikanlılar toplardınız çevreme. Onların tavırlarını taklit etmem, onlar gibi konuşmam, onlar gibi davranmam için deriden kabuktan çıkardınız, farkındaydım. Hakkınızı ödeyemem, ama başarmak için benim de çok çabaladığımı bilmenizi isterim. Olmadı, ne yapayım? Arkadaşlık etmemi istediğiniz delikanlılarla “ateşle barut misali” bir arada olamayacağımı gördükçe kaçtım herkesten, kendimden bile. Sizler bir yana, aynadaki yüzümden utandım, ölmeyi düşündüm defalarca. Düşüncelerimden korktum zaman zaman, korkağın tekiyim biliyorsunuz. Ah babacığım, hayatta en büyük isteğimin size benzemek olduğunu yüzünüze söyleyebilseydim keşke. Mektuplarımda dile getirdim hep duygularımı. Size verme cesareti bulamadığım mektuplarımda. Beni “fark ettiğin” günden bu yana yirmi beş yılda kaç mektup biriktirdim size biliyor musunuz? Saymaya kalkışsam sabrım yetmez, yırttıklarımı hesaba katmıyorum tabii. Bu mektubun da elinize geçeceğinden emin değilim. Emin olduğum tek şey içimi değil de dışımı sizin istediğiniz gibi değiştirdiğim sürece aramızda hiçbir sorunun çıkmayacağı. Ve bana inanmanızı, güvenmenizi istiyorum babacığım. Fırsatçı damatlarınızın size kazdıkları kuyuya düşmemeniz için bana inanmak zorundasınız, bunu bütün samimiyetimle ve dürüstlüğümle söylediğimden emin olabilirsiniz.
Benim için bulduğunuz, münasip gördüğünüz, beni çekip çevireceğine inandığınız aile dostunuzun kızıyla nikâh ve düğün işlemleri için hazırlıklara başlayabilirsiniz. Öldürseniz bile her emrinizde boynumun kıldan ince olduğunu bilmenizi istiyorum. Her şey gönlünüzce olsun, Tanrım o azametli gölgenizden mahrum bırakmasın bendenizi.
Sevgi ve saygılarımla oğlunuz (her ne kadar oğlunuz olduğum için şanssız olsanız da) Hikmet Dönmez.
Mektubu tekrar tekrar okudu, imla yanlışlarını kontrol etti. Bazı yerlerde “senli” hitapları değiştirip “sizli” yaptı. Başka da gramer hatası fark etmedi ya da göremedi. Mektubu ikiye katlayıp büyük bir beyaz zarfın içine koydu. Babasının evdeki çalışma odasına geçti, avuç içlerinden taşan terler zarfın köşesini ıslatmıştı. Elleri titriyordu, çalışma masasının çekmecesini açtı, zarfı ilk göze koyup arkasına bakmadan kapıdan çıktı. Bahçe kapısına yönelirken yürüyen zemindeymiş gibi hafiflemiş hissetti. Üstünden büyük bir dağ kalkmıştı sanki.