“Demiryolu Hikâyecileri – Bir Rüya”
anısına… yeniden ve yeniden.
[İdolümüz Kafka; bunda hemfikiriz.
“Bir insan evladının
böyle yazması mümkün mü”
diye soruyor W. durmadan.] *
Çıkardığı seslerden yorgun düşmüş lokomotifin çektiği gece ekspresi, üç gün
gecikmeyle istasyona girdi. İstasyon şefi uyuyordu. Makas değiştirmeden yük
vagonlarıyla peronun arasında durdu. Bekleme odasında uyuklayan diğer seyyar
satıcılarla birlikte, telaşla dışarı attım kendimi. Mahmur gözlerle şaşkın şaşkın
bakındık, perona dalgalı bir hareket yayıldı.
Hikâye sepetimi almak için kulübeme koştuğumdan fötr şapkalı adamın perona
indiğini görmedim. Bir süre sonra elmacı haber verdi bana, inen bir yolcunun genç
Yahudi’yi sorduğunu. Elimde sepetimle apar topar gidebildim yanına. Hamalların
arasında, ne yapacağını bilmez halde etrafa bakınıyordu. Işıklandırması yetersiz
istasyonumuzda bir şey görebilmesi çok zordu. Yanına gidip kendimi tanıttım. Genç
Yahudi’nin arkadaşı olduğumu söyledim. Ama öldüğünü söylemedim. Nasılsa bir
süre sonra söylerdim. Her şeye rağmen geldim, dedi. Ne demek istediğini
anlamasam da hoş geldiniz, dedim. Misafirlere böyle söylendiğini biliyordum. Bazen
perona birilerini karşılamak için gelenler oluyordu ve hoş geldin ya da hoş geldiniz
diyorlardı inenlere. Duymuştum.
Elini sıkarken adını söyledi ama anlayamadım uğultunun içinde. Nasılsa bir süre
sonra öğrenirdim. Hiç fotoğrafı var mı sizde, dedi fötr şapkalı adam. Çok uzun
zamandır görmüyormuş genç Yahudi’yi. Fotoğraf mı, fotoğrafı biz burada
yolculardan rica minnet aldığımız eski gazetelerde görürüz. Bir de istasyon şefinin
odasında Atatürk fotoğrafı var. Tabii bunları söyleyemedim fötr şapkalı, zayıf
adama. Söyleyemezdim. Hayır, dedim. Nerede şimdi, dedi. Gömdük, dedim. Yüzü
sarardı. Boş boş baktı yüzüme. Pek mi patavatsız söylemiştim?.. Şemsiyesine baston
gibi dayandı. Düşeceğini sandım. Elindeki tahta bavula uzandım. Verin, dedim. İşte o
zaman fark ettim. Tıpkı bizim genç Yahudi gibi kokuyordu. Yahudilerin özel bir
kokusu var herhalde diye düşündüm. En olmadık düşünceler de benim gibilerin
aklından geçer işte.
Bavulunu verirken zayıf yüzü daha da zayıfladı sanki fötr şapkalı misafirin. Bekleme
odasının önündeki bankı işaret ettim… Oturun biraz, iyi gelir, dedim. Kesik kesik
öksürdü göğsünü tutarak. Yol yordu beni, dedi. Umduğumdan daha nemliymiş
burası. Elma satıcılarından biri bağırdı uzaktan: Üçüncü vagondan seni sordular
sakallı… Taze hikâyen var mı? Toparlandım. Bağırış çağırış su satan çocukların
arasından sıyrılayım derken damacanaya çarptım ve karnım ıslandı. Elimdeki
hikâye kopyalarına bir şey olmamıştı. Üçüncü vagona var gücümle koştum. Bu
karanlık gecede müşteri kaçırmak istemiyordum. Misafir Yahudi mesaimden
çalmıştı ama misafir de bu hengâmenin içinde bırakılmazdı. Çok kalacak mıydı
acaba? İlle de götürmek isterse genç Yahudi’nin cesedini, istasyon şefiyle yine papaz
olacaktık. Neredeyse ortada kalacaktı bizim genç Yahudi’nin ölüsü. Allahtan 248.
Madde kapsamında bir yol bulmuş ve mezarlığın biraz ötesinde yalvar yakar da olsa
bir mezar ayarlayıp gömebilmiştik şükür. Şefin suratını ve azarlarını da sineye
çekmiştik her zamanki gibi.
Üçüncü vagon kuşetliydi, kuşetlide giden bir yolcuya sabaha karşı güç bela
yazabildiğim panter pençesi hikâyemi nasıl satabileceğimi bilmiyordum doğrusu.
Her şeyden önce dilini sevmeyebilirdi; ama sirkte geçmesine ilgi duyabilirdi.
Hikâyelerimi satabilmek için böyle aklımca çıkıntılık yapıyordum. Hey hikâyeci, diye
bağırdı kocaman gözlükleri yüzünün yarısını kaplayan, kel bir adam. Hemen
efendim, diye nefes nefese yanına seğirttim. Hızlı bir gözle adamı tarttım. Nasılsa
dün geceden elimde kalmış kültür şakacısı hikâyemin üçüncü kopyası da
yanımdaydı. Bir hikâye satmalıydım bu gece. Yine de elim boş dönme ihtimaline
karşı hazırlıklı olmalıydım. Tel dolapta ekmek bile kalmadığı aklıma gelince ağzımda
kalan tüm dişlerimi göstererek sırıttım müşterime. Bazıları çok müşkülpesent
olurdu. Her itirazı savuşturmaya hazır, cansiperane arkasında duracaktım
hikâyemin. Bir de peronda bıraktığım fötr şapkalı vardı. Belki ona beni çoktan terk
etmiş sevgilimin kulübesini verirdim. Kunduracıyı yerinden etmek olmazdı.
Ne anlatıyor bu hikâye, heyecanlı mı, diye sordu müşterim, daha ruloyu uzatırken.
Çok heyecanlı dedim. Bir cinayeti anlatıyor. Üstelik cinayet bir sirkte geçiyor, dedim.
Savaştan sonra cinayet çok sıradan, dedi. Öyle ama savaşın eksikliğini cinayetlerle
kapatıyoruz işte biz de, dedim. İyi o zaman, dedi ve aldı hikâyeyi. Üstelik parasını da
hiç itiraz etmeden elime saydı. Fötr şapkalının uğurlu geldiğini düşündüm. Hemen
yataklı vagona seğirttim. Birkaç kopya da orada satarsam, bakkalın veresiye
borcunu azaltırdım. Esnaf da para kazanmalıydı. İstasyon şefinin kolu kalktığında
(ne zaman uyanmıştı bu adam?) ben de yük vagonlarının arasına atlamıştım
yataklıdan. Ne zor bir geceydi yarabbi.
Fötr şapkalı, bıraktığım cilasız bankta oturuyordu. Bavulunu sımsıkı kucağına
bastırmıştı. Ne kadar solgundu. Korktum onun da bizim genç Yahudi gibi hasta
olmasından. Bu Yahudilerin hepsi mi hastalıklıydı yoksa! Böyle genellemeler yapan
aklıma şaştım gece gece. Hava da iyiden iyiye ayazını indirmişti istasyona. Fötr
şapkalı sucuk – ekmek yer miydi acaba? Aç aç oturtmak olmazdı misafiri. Bizim genç
Yahudi buraların yemeklerine alışkındı ama ya dokunursa misafire diye korktum
açıkçası. Aldığım sucuk – ekmeği kopya rulolarının arasına sıkıştırdım. Soğumazdı
böylece. Yanına gittiğimde, dalmışım dedi. Yol yorgunusunuz, ondan dedim. Sizi
kulübenize götürmeden önce istasyon şefiyle tanıştırayım… Bu dağ başında ondan
habersiz kuş uçmazdı ama bunu fötr şapkalıya söylemek istemedim. Ne de olsa bir
yabancıydı ve biz yabancılara asla güvenmezdik. Biz de kimdik? Yine genellemelerle
çalışıyordu aklım. Yarabbi aynı anda ne çok şey gelip gidiyordu aklımda. Belki bu
yüzden başarısız hikâyeler yazıyordum. Hikâyelerimin de aklı, benimki gibi
karışıyordu yalnızlıktan. Bazı yataklı vagon yolcularına hak veriyordum içten içe.
Ama dışımdan aslanlar gibi savunuyordum hikâyelerimi. İnsan yazdığının arkasında
durmalıydı. Değil mi ama! Niye –dili geçmiş kullanmıştım ki şimdi? Kendi aklımı
karıştırmak için kimseye ihtiyaç duymuyorum, doğrusu.
Fötr şapkalının oturuşundaki mahzunluk, içimde ona karşı bir yakınlık
hissettirmişti. Bizim Yahudi’nin yakını mısınız diye sordum. Aynı mahallede
büyüdük dedi. Başınız sağ olsun dememle, utanmam bir oldu. Toprağı bol olsun mu
demeliydim acaba? Yahudiler hakkında ne kadar az şey biliyordum yarabbi! Bizim
Yahudi’ye zamanında niye sormamıştım acaba bunları? Ama zaman mı vardı…
Haldır haldır yazıyor, temize çekiyor ve bir de satmaya çalışıyorduk hikâyelerimizi.
İstasyon şefinin kaprisleri, ayrı bir tuz – biberdi. Omzunu okşasam teselli bulur
muydu fötr şapkalı, misafir Yahudi? İki kez arka arkaya öksürdü. Korktum. Sırtına
vurdum telaşla. Gözleri dolu dolu olmuştu. Öksürükten mi, arkadaşına
üzüntüsünden mi, anlaşılmıyordu. Sucuk – ekmeğin yanına ayran da alsa mıydım?..
Nasıl da düşünememiştim bunu. Teşekkür etti fötr şapkalı. Paltosunun yakasından
görünen kravatını gevşetti. İlacını almamış, ondan öksürüyormuş. Onu bekleme
odasına almayı akıl edemediğime oracıkta hayıflandım. Elimdeki hikâye sepetini
banka bırakıp bavulunu kaptım misafirin. Gelin, içeri geçelim, dedim. Sesini
çıkarmadı. Masum bir çocuk gibi görünen yüzünün ışıldadığını fark ettim,
doğrulurken.
İçerisi dışarısı kadar soğuk değildi. Sucu çocuklardan ikisi banklara kıvrılıp çoktan
uykuya dalmıştı. İstasyon şefini gece gece bağırtacaklardı yine. Şefin gelmemesi için
dua ettim hikâye sepetimi almaya çıkarken. Misafirin sucuk ekmeği çoktan
soğumuştu hikâyelerin arasında. Belki ondan da yazabileceğim bir hikâye çıkardı. O
kadar az hareket oluyordu ki istasyonda, hikâye konusu bulmakta zorlanıyordum
sevgilim de gittikten sonra. İlhamlarım iyiden iyiye kaçmıştı. Belki yeniden birkaç
müşterinin ilgisini çekebilirdim. Bu allahın bile unuttuğu yerde unutulmayacak
hikâyeler yazmanın bir yolunu bulmalıydım.
Sevgilim gittikten bir süre sonra posta trenlerine de satabileceğim hikâyeler
yazmaya başlamıştım. İstasyon şefi belki de halime acımıştı. Bana ayrıcalı
davrandığını diğer seyyar satıcılar da fark etmişti. Hatta sucuk – ekmekçi omzuma
vurmuş, iyisin, iyisin demişti. Ben ise istasyon şefinin yumuşamasını daha çok tam
da istediği gibi demiryoluyla ilgili hikâyeler yazmama bağlıyordum. Hikâyelerimde
ondan da söz ediyor, işinin ağırlığını ve ne kadar sorumlulukla çalıştığını demiryolu
yolcularına anlatıyordum. Hatta bir hikâyemde, ne kadar doğru olmasa da, 248.
yasaya rağmen bir demiryolu çalışanının (bizim genç Yahudi yazar) cenazesini
ortada bırakmadığını şevkle anlatmıştım. İnsan yazdığına kendi de nasıl inanıyor
yarabbi. Hem posta trenindeki üç – beş yolcu, gece trenindekiler ya da istasyon şefi
kadar kılı kırk yarmıyor, hikâyelerimi beğeniyorlardı. Ben de onlara her zaman
olmasa da, silik üçüncü kopyalardan veresiye hikâye veriyordum. Seviniyordu
garipler.
Bekleme odasına döndüğümde sucuk – ekmeği verdim misafir, fötr şapkalı
Yahudi’ye. Kibar adamdı doğrusu; ekmeğin yarısını tüm sucuklarla bana verdi. Et
yemezmiş. Şaşırdım tabii ama belli etmemeye çalıştım. Bizim genç Yahudi’nin et
yiyip yemediğine dikkat etmediğimi fark ettim. Yakınlarımızı nasıl da görmüyorduk
yarabbi… Yavaş yavaş yedik yemeğimizi. Acıktığımı ancak yerken anladım. Misafirin
ilacını içmesi için sucu çocukların damacanalarından su koydum bir bardağa.
Sonra da onu eskiden sevgilimin kaldığı kulübeye götürdüm. Gaz lambasında gaz
kalmamıştı. Benim kulübeden mum bulup döndüm. Yatak çarşafları temizdi. Geçen
hafta benimkilerle birlikte onları da yıkamıştım. Haber vermeden gitmiş de olsa
sevgilime karşı bir sorumluluk duyuyordum. Masanın üstünde bir miktar saman ve
pelür kâğıdı vardı. Benim küçülmüş kalemlerden birkaç tanesini de masaya koydum.
Bizim genç Yahudi’nin arkadaşı olduğuna göre bu Yahudi’nin de yazar olduğunu
tahmin ediyordum. Yarabbi niye kendisine sormamıştım ne iş yaptığını! Yine
suçlarım birikiyordu.
Misafir Yahudi, paltosunu çıkarmış, bavuluyla birlikte yatağın üstüne koymuştu.
Bavul için bir sandalye bulmalıydım. Ama nereden? Takım elbisesi çok güzeldi
misafirin. Biraz eski modaydı sanırım ama yeni modayı demiryolu yolcularından
takip etmem de pek mümkün olmuyordu. Ne de olsa gece karanlığında görüyordum
onları. Konuşmaya başlaması, iyi geldi bana. Şu sandalye meselesine takılmıştı aklım
çünkü.
– Cesetlerin topraklarından uzak kalması, pek iyi gelmez bana…
– Evet, hoş değil.
– Durun… durun bir dakika… Bizim genç Yahudi’nin yazdığı bir hikâye vardı…
Hikâyede bir avcı… Karaormanlı… Orada avlanırken ölmüştü… Ama cesedi tabutun
içinde gezip duruyordu…
– Avcı…
– Sakın söylemeyin… Hay allah… Dilimin ucunda… Bir süre sonra nasılsa gelir aklıma.
– Ölememek ya da aslında ölüm ülkesinde yaşamak…
– Öyle mi dersiniz?!
– Neyse… Bir Yahudi’nin hikâyelerinin burada okunması… Hiç aklıma gelmezdi…
– Bir süredir… Bakmayın, burada değil kitap, gazete bile yok ama…
Zamanında okurdum.
– Genç Yahudi’yi okuduğunuza göre, öyle olmalı.
– Size bulduğum, genç Yahudi’den kopyaları da bırakıyorum masaya…
– Oysa ben hepsini yakmasını istemiştim Maks’tan…
– Nasıl?.. Ne demek istediğinizi anlamadım.
– Boş verin…
– Kopyaları diyorum, belki okursunuz… Bu topraklarda geceler uzundur. – Ama
sabah oluyor…
– Evet, oluyor… Merak etmeyin, er ya da geç sabah oluyor.
– Öyleyse dünya da burada aynı hızla dönüyor.
– Sanırım, öyle…
– …..
– Tabii, bir rüyada değilseniz…
– Evet rüya… Rüya…
– Yaşadığımız dünyadan kaçabildiğimiz tek yer…
– Öyle mi dersiniz?!
– Niye?
– Yaşadığımız dünyayı da oraya götürüyormuşuz gibi gelmiyor mu size de?
– Belki… Bir bakıma.
– Bir rüya da olsa, yaşamadığım bir diyarda ölmeyi sevdim; ama cesedimi alayım
ben.
– Burayı sevdiyseniz, kalsın cesediniz… Öyle zor ki bu coğrafyada ceset olmak…
Bırakın yaşamayı?!
– Yok, kalmasın cesedim… Alayım ben…
– İstasyon şefi de yok ortalıkta.
– Beklerim… Zaman ölülere bol nasıl olsa…
– Peki, bakarız artık bir hal çaresine.
– Sağ olun.
– Her neyse… Yol yorgunusunuz; gideyim ben. Dinlenin biraz siz de.
– Çok sağ olun, iyi geceler.
Kulübeden çıkarken her zamanki sakarlığımla mumu devirdim. Misafir Yahudi’nin
ince yüzü karanlıkta kaldı. Mumu kendisinin yakabileceğini söyledi. Kunduracıyı
rahatsız etmemek için sessiz adımlarla kendi kulübeme girdim. Amma geceydi.
* Lars Iyer, Kuşku, çev: Elif Ersavcı, Kolektif Kitap, 2013, s.: 22