Kapı açıldığında, bekleme salonundaki biri kadın dördü erkek gözlerini içeri giren genç kadına
çevirdi. Kadın, bir süre kapıyı kapatmadan öylece dikilince, sakalları beyazlamış, boynu ceketinin
içine gömülmüş, sobaya neredeyse yapışmış duran Halil yavaşça seslendi.
“Kızım, peşinden ayazı da mı çağırıyorsun? Kapat şu kapıyı, hadi!”
Köşede, sırtlığına yastık koyup birleştirdiği iki sandalyeye ayaklarını uzatmış oturan yaşlı kadın,
örgüsünü kucağına bıraktı, eliyle hâlâ kapıda bekleyen kadına gel işareti yaptı.
“Gel kızım, gel.”
Sobanın etrafındaki erkekler yarım kalan konuşmalarına devam ettiler. Genç kadın, ürkek serçe
adımlarıyla adamların yüzüne bakmadan yanlarından süzülerek yaşlı kadının yanındaki sandalyeye
oturdu.
“Adın ne güzel kızım?”
“Ayşe.”
“Ayşe benim kardeşimin ismiydi. Rahmetli, geçen yıl verdik toprağa. Ciğerleri su toplamış, öksüre
öksüre gitti garibim. Yalan dünya işte ne yaparsın? Bugün varız yarın yokuz. Allah hayırlı ölüm nasip
etsin.”
Ayşe bir şey söylemeyince kadın devam etti konuşmasına;
“Âmin. Ben buranın yerlisi sayılırım Ayşe kızım. Gelin geldim daha on altısında. Bizim bey, askerden
gelince, analığı, evlensin başı bağlansın hemen demiş, kadının komşusu da benim annemin halası. O
demiş dağda böyle böyle bir kız var. Duvar gibi vursan yıkılmaz, koyun gibi uysal, su gibi taze. Dağlı
diye istememişler önce. Analık Allah rahmet eylesin az çektirmedi bana, hele bir görelim demiş. O
zaman keklik gibiyim, taştan taşa zıplamıyorum, uçuyorum neredeyse. Hiç kasabaya inmemişim.
Bunlar geldiler at arabasıyla. Kapı deliğinden gördüm bizim beyi. Şimdiki haline bakma, sırım gibi bir
delikanlı, içim kaydı hemen. Neyse işte, başlık parası bir koyuna geldim kasabaya. Geliş o geliş. Kırk
yıldır buradayım. Seni görmedim hiç buralarda Ayşe kızım. Kimlerdensin? Neredensin?”
Ayşe iyice huzursuzlandı. Başını kaldırdığında erkeklerin oturduğu yerden bir çift gözün kendine
takılı olduğunu fark edip hemen gözlerini indirdi.
“Siz tanımazsınız. Öyle ziyarete geldim, uzak bir akrabam işte.”
“Sen söyle de tanıyıp tanımadığıma ben karar vereyim kızım.”
Bu arada erkeklerden biri oflayarak ayağa kalktı.
“Bu tren değil iki saat, dört saat sonra bile gelmez. Bu kar kıyamette nasıl gelecek?”
İçlerinden en genci ellerini sobaya yaklaştırdı.
“Sizce de dört saat bekler miyiz?” dedi.
“Zannetmem” dedi Halil. “İstasyon şefi demin bir saat gecikme var demedi mi? En fazla iki saat olur.”
Kasketli adam, gözlerini genç kadından alamıyordu. Hemen onun yanındaki sandalyede oturan, hiç
konuşmayan kara gözlü, karakaşlı, kavruk adamı dirseğiyle dürttü. Kulağına eğilip;
“Hasan lan, şu kadını tanıyor musun?”
“Bana ne elin kadınından Mustafa? Önüne bak sen.”
“Dur lan, sen de yengeni geçtin. Gözüm bir yerlerden ısırıyor diyorum.”
“Isırmasın hiçbir yerden. Uslanamadın gitti.”
“Ne uslanacam oğlum? Yengeni görmüyor musun Allah aşkına? Kadın demeye bin şahit ister!..”
“Mustafa ayıp oluyor ama. Kadın sana çocuk doğurmaktan, tövbe tövbe!..”
“Ne demişler, kadının sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik etmeyeceksin.”
Bu iki kişinin fısır fısır konuşmasından rahatsız olan genç sandalyesinden kalktı. Kadınların oturduğu
köşeye şöyle bir bakıp Halil’in önünde durduğu cama doğru gitti, hiç konuşmadan, elini cama dayayıp
dışarıdaki karın yağışına dalıp gitti.
Kasabanın bu küçük tren istasyonuna haftanın üç günü uğrardı Ankara Treni. Ege kasabası olmasına
rağmen kışı sert geçerdi. İstasyon binası oldukça eskiydi. Fransızlar yapmıştı zamanında. Binaya
bitişik küçük bir de ev vardı istasyon şefinin kaldığı. İstasyon şefi, üç yıl önce kasabaya atanmış,
emekliliği bekleyen, kasabalıların sevdiği, sessiz sedasız biriydi. Karısını bu kasabaya gelmeden iki yıl
önce kaybetmiş, hiç çocuğu olmamış. Böyle demişti ilk geldiğinde. Enine boyuna bir adamdı. Gelir
gelmez baş göz etme çalışmaları başlamış ama şef hiçbirine kulak asmamıştı. Ne kumar oynadığını ne
içki içtiğini ne ağzından kötü bir söz çıktığını, ne de kadına kıza baktığını görmemişti kasabalılar. Bir

tek, Hacer’in evine, on beşte bir gidiyordu da bunu herkes biliyor, göz yumuyordu. Zira kasabanın
dışındaki Hacer’in evi varlığıyla rahatsızlık veren, dillendirilmeyen, yine de vazgeçilemeyen bir evdi.
Bekâr delikanlıların, karısını kaybetmiş adamların ziyareti hoş karşılanabilirdi de evliler pek
konuşmazdı aralarında…
Yaşlı kadın oflayarak ayaklarını yere indirdi. Kalın yün çoraplarını düzeltti. Kocaman lastik
çizmelerini giydi. Ayağa kalkıp dizlerini tutarak Halil’in yanına gitti.
“Karnın acıktı mı?” diye sordu. Halil etrafa bir göz attı. Acıkmıştı acıkmasına da şimdi bu kadar
insanın içinde yemek yemek ayıp kaçacaktı.
“Yok, pek değil” dedi.
“Acıkmışındır bilirim ben seni. Baksana bu gidişle daha çok bekleyeceğiz. Havada kararmış.”
“Birazdan akşam okunur. Namazı kılayım da ondan sonra yeriz bi şeyler.”
“Eh iyi ya, sen bilirsin.”
Yaşlı kadın kocasına sokulup fısıldadı.
“Şu kadını tanıyor musun sen?”
Adam kadından yana bir göz attı.
“Yoo…”
“Öğrenemedim ne olduğunu da bir tuhaflık seziyorum. Kadın öyle çekingen filan duruyor ama
fingirdek bir şey olmalı. Bana çaktırmıyor güya, şu kasketliye bakıp duruyor. Adam da kadına dikti
gözlerini. Baksana! Kadının bavulu da yok. Şu adamla konuş da öğren bakalım, tanıyor muymuş
kadını? Kimlerdenmiş, niye gelmiş, nereye gidiyormuş?”
“Yahu Hanım bize ne el âlemin kadınından? Kimse kim! Sen de yine buldun kurcalayacak bir şey”.
“Aman, sana da bir şey söylenmiyor, dikil dur burada! Namus gitsin elden.”
“Allah Allah, senin namusun mu?”
“Tövbe de Bey.”
“Hanım git otur şuraya. Benim de cinlerimi oynatma. Zaten tren gecikti.”
“İyi iyi, tamam be.”
Halil, karısının kalktığı iskemleye doğru giderken başı bağlı, gözleri yerde kadına baktı. Sıkıntı bastı
içini. Önce köstekli saatine, sonra duvardaki saate göz attı. Biri yanlıştı. Dönüp tekrar soba yanındaki
iskemlesine oturdu. Ellerini uzattı sobaya.
“Hava da kararmaya başladı” dedi Halil iç çekip. Bekleme salonuna, kış hüznü çöktü birden. Sessizliği
bozan sadece yaşlı kadının şişlerinin çıkardığı tıkırtıydı.
“Hasan lan, benim içim daraldı. Biraz hava alsak mı?” dedi Mustafa genç kadını hala çıkaramamıs
olmanın huzursuzluğuyla.
“Ateş başına mı vurdu? Bu havada! Kar yağıyor, görmüyor musun? Oturamadın oturduğun yerde.”
“Yok, yok daraldım ben. Hava almam lâzım. Geliyor musun?”
“Aman be kardeşim. İyi iyi hadi çıkalım o vakit.”
Mustafa ve Hasan ceketlerinin yakalarını kaldırıp çıktılar dışarı. İkisinde de palto yoktu. Ceketlerinin
içine elde örülmüş üst üste iki kazak, bir de yelek giymişler, pantolonlarının paçalarını yün
çoraplarının içine sokmuşlardı. Lastik ayakkabılarıyla henüz tutmaya başlayan karda bıraktıkları ayak
izlerine baktılar. Garın önünde bir aşağı bir yukarı yürüdüler.
“Oğlum, tamam buldum, bu kadın, Feraye lan. Hacer’in evinden.”
“Feraye mi? Emin misin?”
Mustafa, Hasan’a yandan bir bakış attı. Demek bu kendini beğenmiş deyyus da gidiyordu oraya. Vay
pezevenk! Bir de bize namus dersi veriyordu dedi içinden.
Hasan, Mustafa’nın aklından geçenleri okumuş gibi atıldı hemen.
“Ben tanımam Feraye meraye,”dedi ama artık geç kalmıştı.
“Tamam, tamam söylemem karına merak etme. Her ne kadar kardeşim olsa da erkek dayanışması
değil mi lan?”
Hasan, Mustafa’ya verdiği koz yüzünden kendine kızdı. Artık kendini hiç rahat bırakmaz, karısının
yanında kinayeli konuşup dururdu. Feraye’ye de sinirlendi Ne işi vardı ki burada? Günler torbaya
girmiş, gelecek gün mü kalmamıştı?
Ezan okundu. Halil seccadesini serdi. Karısı örgüsünü bırakıp ellerini açtı. Sessizce ama dudaklarını
olabildiğince açıp kapatarak duasını okudu. Ellerini yüzüne sürdü. Namaz kılan kocasına, sonra da
Ayşe’ye baktı. Kadın mumya gibi neredeyse nefes almadan oturuyordu aynı şekilde. Biraz önce

kocasına söylediklerini düşündü. Bu garibanın günahını almıştı belli ki. Tereli böreğin ortasından, ona
iki dilim ayırmaya karar verdi.
Namazı bitince Halil seccadesini topladı. Karısına uzattı. Kadın seccadeyi alırken, Halil genç kadına
daha dikkatli baktı. Yaşlı kadın bu bakışı yakaladı ama ses etmedi. O sırada istasyon şefi girdi içeri.
Herkes bir kıpırdandı onu görünce. Şef içeriye bir göz attı. Ayşe’ye biraz daha uzunca baktı. Sonra da;
“Yarım saate burada olacak treniniz.”
İstasyon şefi saatine bakıp salonun elektrik düğmesine dokundu. Tavandan sarkan beş çıplak lambanın
üçünün cılız ışığı yandı.
“Size hayırlı yolculuklar” deyip geldiği gibi sessizce çıktı.
“Ohh, çok şükür Allahım’a” dedi yaşlı kadın. Naylon torbasının içinden börek kabını çıkardı. Mustafa
ve Hasan’ın da içeri girdiğini görünce,
“Gelin bakalım kaynananız seviyormuş sizi. Hepinize birer dilim börek benden. Tereli böreğim çok
meşhurdur ona göre.”
Börek dilimlerini önce kocasından başlayarak dağıtmaya başladı. Kadın her börek verişinden sonra
yağlanan parmaklarını yalayarak temizliyordu. En son genç kadına dönüp küçük bir kenar dilimini
uzattı.
Kadın teşekkür edip aldı eline.
Mustafa kasketini geriye doğru çevirmiş, gözlerini kadından ayırmadan ağzını kocaman açarak ısırdı
böreği.
Hasan bir kadına bir Mustafa’ya bakarak başını iki yana sallayıp börekten küçük bir parça aldı.
Genç, Ayşe’nin börekten aldığı lokmayı takip edip aldı lokmasını.
Halil bekleme salonuna arkasını dönmüş, camdan Ayşe’nin yansımasına bakarak bitirdi böreğini.