Gece ile gündüzün birbirine karıştığı o ince zaman diliminde şehir bir rüyanın içindeymişcesine yavaşça nefes alıyordu. Gökyüzü mora çalan bir laciverte bürünmüş, yıldızlar bilinmez bir dilden fısıldaşıyorlardı. O saatlerde yürümeyi seven yalnız bir kadın vardı: Elvide. Adımlarının sesi taş sokaklarda yankılanırken, nereden geldiğini bilmediği bir çağrının peşinde kararlı adımlarla ilerliyordu. Görünmeyen, isimsiz, belki de zamana ait olmayan bir şey onu çekiyor, yönünü belirliyordu. Ne olduğunu anlamaya hiç çalışmamıştı; anlamaya kalktığında her şeyin büyüsü bozuluyor, işaretler sessizliğe gömülüyordu.

 

O gece, ay ışığı bir sır gibi sokaklara düşerken, şehrin ucundaki eski surlara kadar yürüdü. Orada, bir zamanlar var olduğu söylenen ama şimdi sadece söylencelerde yaşayan ‘Hat Odasını’ bulacağını biliyordu. Rivayete göre bu oda, görünmeyen bağların düğümlendiği yerdi. İnsanların kaderleri burada birbirine değer, yolları burada kesişirdi. Surların arasındaki geçidi bulduğunda kalbi hızla çarpmaya başladı. Titreyen elleriyle kapıyı açtı. İçerisi eski kitap ve tütsü kokuyordu. Odanın tam ortasında, yere çizilmiş bir daire içinde oturan yaşlı bir kadın gördü. Gözleri kapalıydı, dudakları kıpırdamasa da sesi Elvida’nın zihninde yankılandı.

 

“Hoş geldin.” Elvide şaşırmadı. Bütün dikkatini sese verdi. “Geldin çünkü çağrıldın. Çağrıldın çünkü bir şey hâlâ çözülmedi.”

 

Ne söylediğini çok iyi biliyordu. Hayatı boyunca hissettiği ama adını koyamadığı o şey, burada açıklığa kavuşacaktı. Kadın ellerini havaya kaldırdı. Parmaklarının arasından ışık gibi bir şey süzüldü. İlk başta örümcek ağına benziyordu, gittikçe ince bir çizgiye dönüştü. Sonra bir kurdele gibi kıvrıldı. Kadın o ışıktan şekiller çekip çıkardıkça odanın ortasında bir ağ belirmeye başladı.

 

“Bu,” dedi kadın, “İnsanların birbirine değdiği hatların örüntüsü. Her dokunuş, her söz, her bakış bu ağı biraz daha genişletir. Fark etmezsin, ama senin de bu ağın bir yerinde izin vardır.”

 

Elvide gözlerini kocaman açtı. Ağın üzerinde, sanki bir kuşun kanadı değmiş gibi titreşen bir çizgi gördü. Ona dokunmak istediğinde kadın başını salladı.

 

“Dokunamazsın. Çünkü bu, senin değil ama ona bağlısın.”

 

Elvide’nin zihninde anılar birbiri ardına belirmeye başladı. Bir sabah yağmurunda tutulmuş bir el… Bir vedada söylenemeyen söz… Bir yabancının bakışında tanıdığı eski bir yüz… Hepsi bu ağın parçalarıydı. Ve sonra birini gördü. Hiç unutmadığı, unutamadığı ama adını anmaya da cesaret edemediği kişiyi. Zaman onları birbirinden uzaklaştırmış, yollar farklı yönlere savrulmuştu. Ama çizgi hâlâ oradaydı.

 

“Bazen iki ruh,” dedi kadın, “Birbirini dünyaya gelmeden önce tanır. Onlar ayrılmazlar. Yalnızca yolları farklı dallara ayrılır. Görünüşte uzaklaşırlar ama aralarındaki bağ asla kopmaz. Bu dünya onlara ayrılığı öğretir, ama ayrılık gerçeği yansıtmaz.”

 

Elvide’nin gözlerinden yaşlar süzüldü. Artık biliyordu: O bağ hâlâ oradaydı. Ne zaman bir rüzgâr esse,  ne zaman bir kuş ötse, o hat titriyordu. Ve o titreme, onun da içinde bir şeyleri uyandırıyordu. Yaşlı kadın ayağa kalktı, ışıklardan oluşan ağı yavaşça elleriyle topladı ve küçük bir küre hâline getirdi. Küreyi Elvide’ye uzattı.

“Bu sende dursun,” dedi. “Onu bulman gerekmez. Onu hatırlaman yeter.”

 

Elvide küreyi ellerinin arasına aldığında kışın ortasında güneş alnına vurmuş gibi içinden sıcaklık yayıldı. Bağların arayarak değil, hatırlayarak yaşatıldığını anlamıştı.

O gece oradan çıktığında şehir artık aynı şehir değildi. Binalar hâlâ oradaydı, sokak lambaları hâlâ titriyordu ama her şeyin arasında görünmez hatlar vardı. İnsanlar yanından geçerken onların da görünmeyen çizgilerini hissedebiliyordu. Bazıları inceydi, bazıları kalın. Bazıları düğümlü, bazıları gergindi. Ama hepsi oradaydı: birbirini tanıyan ruhların sessiz diliydi.

 

Aradan yıllar geçti. Elvide, o kişiyi bir daha hiç görmedi. Görmeyi istemedi de. Birini görmenin, onun varlığını kanıtlamak olmadığını artık biliyordu. Bazen en derin bağlar, sessizliğin içindedir.

Her sabah güneş doğarken, ellerini kalbinin üzerine koyar, gözlerini kapatır ve o görünmeyen bağın hâlâ orada olup olmadığına bakardı. Geçen zamana rağmen ne kopmuştu ne de çözülmüştü; yalnızca şekil değiştirmişti. Yıllar yılları kovalarken hat inceldi ama hiç kaybolmadı. O bağ Elvide’nin özünde, kalbinde hep durdu. Belki bir gün, başka bir ömür, başka bir gökyüzü altında, o hat yeniden kıvrılıp bir araya gelecekti. O zamana kadar, Elvide onunla yaşamayı öğrendi. Görünmeyenle, adı olmayanla, ama hep orada olanla…