Genelde bir kitabın tanıtımını okuyup etkilenmiş olsam bile, kitapçıya gidip o kitaba dokunarak, koklayarak, kapağına, arkasına, iç kapağına, içinden bir kaç paragrafa bakarak kısaca kitabı hissederek almayı severim. Zeynep Kaçar’ın da Kabuk adlı romanının beşinci baskısını aynı bu şekilde almıştım 2018 yazında; 2020 yılında başımıza geleceklerden habersiz saatlerce kitapçılarda dolaşma, kitap karıştırma şansımız varken. Maalesef daha ne kadar süreceğini kestiremediğimiz bu eve kapanma hallerinde en büyük yoldaşımız olan kitapları dokunmadan, koklamadan almak zorundayız. Onun için size, Zeynep Kaçar’ın da romanında yaptığı gibi, görsel olarak anlatmaya çalışacağım kitabı.
Kitabın kapağındaki matruşka çok etkilemişti beni. Birbirinin içinden çıkan üç kadın figürü, arka kapakta yazan kendini gerçekleştirme çabası içindeki üç kuşağın hayatın gelip dayattıkları karşısında başkalaşması, kabuk değiştirmesi…. tanımıyla iyi örtüştüğünü düşünmüştüm. Ancak kitabı okuduktan sonra kapağın hikâyeyi tam verdiğini, arka kapaktaki açıklamanın ise eksik kaldığı kanaatine vardım. Kitap Temmuz 2019 yılında Doğan Kitapçılık tarafından yeniden basılmış ve kapak olarak dikenli bir gül dalı seçilmiş. Bu kapak Sel Yayıncılık’ın seçtiği Matruşka bebekler kadar iyi ifade etmiyor hikâyeyi. Gülü seven dikenine katlanır gibi bir duygu alıyorum kapaktan ki bu romanı bayağı azımsamak anlamına gelir bana göre.
Zeynep Kaçar 1972 doğumlu, 1999 yılında İstanbul Üniversitesi Dramaturji ve Tiyatro Eleştirmenliği bölümlerinden mezun olmuş, oyuncu, oyun yazarı, tiyatro eleştirmeni kimlikleri ile çok yönlü bir sanatçı. Aslen tiyatroyla iç içe bir hayatı var, Bab-ı Tiyatro’nun kurucusu aynı zamanda. Bir çok tiyatro oyunu var, Kabuk ilk ve şimdilik tek romanı. Senaryo yazarı olmanın verdiği bir beceri olsa gerek, romanda sık sık kullandığı bilinç akışı tekniği su gibi akıyor. Sahneleri, kişileri gözümüzde canlandırabileceğimiz kadar canlı anlatıyor. Hikâyenin tam içinde buluyor kendini okur, sayfalardan değil de kenardan birebir seyreder gibi. Böylece üç kadının hikâyesini, acısını, yoksunluğunu çok derinden hissediyor.
Başlangıçta isim ve bağlantı vermeden kişileri bize tanıttığı için kim kimdir, aralarındaki ilişki nedir tam anlayamadığımız için biraz karışık geliyor ilk sayfalar. Zaman içinde içine düştükleri delilik hali de net değil ancak ipuçları sezilebiliyor ama onu da kitapta ilerledikçe yerine oturtabiliyorsunuz. Bazı okurlara bu karmaşa biraz yorucu gelmiş ama birbirlerinin içinde çıkmış ama ayrışmaya çalışan bu üç kadının hayatlarındaki karmaşaya hazırlamak için özellikle öyle yazıldığını düşünüyorum. Beni yormadı daha ziyade merak uyandırdı ama kim kimdir konusu oturuncaya kadar biraz zaman geçti.
Roman anneanne, anne ve kız çocuk olarak üç jenerasyon kadının tam otuz üç yaşlarındaki kırılma noktaları üzerinden ilerliyor. Hep satır aralarından okuyup tam netleşmesi için kitap sonunu beklememiz gerekse de hissedilen, anneanne Sabiha’nın dolayısı ile kızı Sezin’in hayatları evlerinde çıkan yangından sonra değişiyor. Küle dönen evle birlikte Sabiha’nın küle dönen hayatı Sezin’in yetişkin hayatını, Sezin’in yoksunluğu ise kızı Füsun’un hayatını etkiliyor. Yanan ev satılıyor ve Sabiha’nın kardeşi Saliha ile altlı üstlü bir bahçeli ev alınıyor. Romanda sadece kadın karakterler var, erkek karakterler genelde sessiz. Sessizlikleri bile bu kadınları içinden çıkamadıkları bir kabuğun içine sıkıştırmaya yetiyor. Ataerkil bir toplumun kuralları, baskıları içinde var olmaya çalışan bu kadınları kıramadıkları o sert kabuk yere seriyor, yıllarca Batı toplumlarında bile delilik kadın hastalığıdır dedirtecek kadar kadınları çaresiz bir deliliğin içine sürüklüyor. Romanın arka plandaki karakteri Saliha ise evli ve iki kızı var. Kızları evli ve Amerika’da yaşıyorlar. Teyze olarak yeğenlerine de ablasına da sahip çıkıyor. Anne kimliğinin etkisi kalmadığı için teyze kimliğiyle varlığını sürdürmeye çalışıyor. Bir yandan da aile olmanın koruyucu, kollayıcı, yıksa da toplayıcı tarafını temsil ediyor.
Yanıp yıkılan hayatından sonra Sabiha dikiş dikerek, tayyörler pardesüler dikerek küllerinden doğmaya çalışıyor. Kumaş yığınları, telalar, iplikler, makaslar, düğmeler, fermuarlar arasında nefes alabiliyor. Yeni baştan yaratamadığı hayatını sıfırdan elbiseler dikerek yaratıyor sanki. Başa çıkamadığı anlarda ise uyku kaçıs alanı. Sezin de hayatındaki yoksunluğu asla yemediği ama hep yedirdiği yemekler pişirerek doldurmaya çalışıyor. Füsun da kendi yoksunluğunu, annesi tarafından görünmezliğini hep yiyerek doldurmaya, kilo alarak görünmemesinin imkânsız olmasıyla aşmaya çalışıyor. Teyze Saliha geri planda kalsa da o da üç kişilik hanede altı kişilik yemekler pişiriyor. Her bir kadın, kendi dilince kendini yeniden var etme, hayattaki varlığına bir anlam yükleme, delirmemek için kaçtığı bir alan yaratma çabası içine giriyor. Hikâye ilerledikçe yavaş yavaş biz okur olarak kabuğun içine giriyoruz. Kabuk içinden kabuk çıkıyor. Katman katman açılıyor kabuk önümüze ve hüzünle çekirdeğe ulaşıyoruz.
Hikâyede karakterler zaman zaman ağır küfürlü konuşuyor. Genelde karşı değilimdir buna ancak bu romanda karakterlere fazla bir katkı sunmadığını düşünüyorum. Yaşadıklarına karşı geliştirdikleri bir kendilerini koruma sistemi mi? Küfrederek küçümseme… Belki. Bana göre gerekli değilmiş ama tabii yazarın seçimi. Tek eleştirim bu olacak kitapla ilgili olarak. Ben kitabı bir sabah elime aldım, akşama kadar başından kalkmayıp bitirdim. Öyle sürüklendim bu üç kadının dünyasında. Adını net koymasam da bir kadın olarak hücrelerime dokundu bazı şeyler. Türk toplumunda yaşayan kadınlar muhakkak kendilerinden, ailelerinden bir şeyler bulacaklardır bu romanda. Erkek okurların da kadın dünyasını anlama, sessizce bile olsa kadın dünyasında yaratabildikleri hasarı anlama açısından okumasını öneririm.
Kabuk – Zeynep Kaçar
Sel Yayıncılık
İstanbul Mart 2018 5. Baskı
173 sayfa