Yakın komşumuz Gürcistan edebiyatını çok iyi tanımıyoruz. Yedi iklim dört bucaktan dünya edebiyatını biliriz de, yakın komşumuz Gürcistan hakkında fazla bir şey bilmeyiz. Edebiyatı, sanatı, müziği hakkında okunacak yazı pek yoksa da, o konulardan söz edildiğinde, dudaklarda uçları hafif aşağıya dönük, ilgisizlikle küçümseme arası melez bir yüz ifadesiyle dinleriz.
“Yaz Geceleri” temalı sayımıza da uygun düşen “Güneşli Gece” romanının yazarını siz okurlarımıza kısaca tanıtmak istiyorum:
Çağdaş Gürcü edebiyatının en ünlü isimlerinden biri olan Nodar Dumbadze, 1950 yılında Tiflis Devlet Üniversitesi Ekonomi Fakültesini bitirdi. Aynı yıl gazete ve dergilerde ilk şiirleri ve mizah öyküleri yayımlandı. 1962 yılında “Güneşi Görüyorum”, 1967 “Güneşli Gece”, 1978 “Sonsuzluk Yasası” adlı romanları yayımlandı. “Yapıtlarında yalınlık, akıcılık, mizah ve hüzün” dikkat çeken Özelliklerdir. Yazar, 1975 yılında Şota Rustaveli Devlet Ödülü ve 1980 yılında Lenin ödülüyle onurlandırıldı. Türkçede ilk kez yayımlanan “Güneşli Gece”, Yazarın başyapıtlarından biridir.
Gazetecilik öğrenimi gören Çevirmen Fahrettin Çiloğlu, ansiklopedi yayıncılığında editörlük ve İstiklal Kitabevi Yayın yönetmenliği yaptı. Dergi ve gazetelerde şiirleri ve öyküleri yayımlandı. PEN üyesi olan Çiloğlu, Gürcüceden Türkçeye çeviri yapan az sayıdaki çevirmenlerden biridir.
“GÜNEŞLİ GECE”
Nodar Dumbadze’nin romandaki olaylar, ikinci Dünya Savaşı sonrasında Tiflis’te geçer. Romanın kahramanı Temo ve arkadaşlarının yaşadıkları olaylar, mekânlar ve insanlar arası ilişkiler, okura Sovyet Sisteminin toplumsal yaşamda, bireyler üzerindeki yoğun baskıcı etkisini hissettirir. Üniversite bürokrasisi, parti ve öğrenci birlikleri ilişkisi, bireyler ve parti ideolojisi arasındaki gizli çatışmalar… Böyle bir ortamda etrafa saçılan iki yüzlülük, güce tapınma ve istismar, okura tanıdık gelecektir. Temo henüz sekiz yaşındayken babası kurşuna dizilmiş, annesi sürgüne gönderilmiştir. Roman, sürgündeki annenin 12 yıl sonra eve dönmesiyle başlar. Artık yirmisinde delikanlı olan Temo, sistemin damgaladığı annesiyle yeniden kuracağı ilişkilerin çetin yollarını, aile ve hayata dair sarsılan tüm değerleri, sil baştan yeniden keşfedecektir.
Bu romanda öyle muhteşem söz ustalıkları, kıskandırıcı üslup oyunları yok. Nodar Dumbadze’nin sahici karakterleriyle, insanı yüreğinden yakalayan, özgün ve hüzünlü bir anlatımı var. Baskıcı bir rejim altında bile insanı insan yapan hasletlerinden kopmayan insanların dünyasını sade, yapmacıksız bir dille anlatır. Sekiz yaşında ana-babasız kalan ve devlet yurtlarında yirmi yaşında erişkin bir üniversite öğrencisi Temo ile annesi arasındaki dramatik ilişki, Stalin’in beyin kanamasıyla komaya girdiği günlere denk gelen ölümüyle sonlanır. Küçücük bir mutfağı olan tek odadan ibaret bir apartman dairesinde bahtsız anne, oğlunun kollarında hayata veda eder. “Uzun bir bekleyişten sonra, yeni kavuşmuşken ve tam da sana yeniden “anne” diyebilmişken gitme anne!” diye yalvarır Temo. Yirmi yıl sonra anneye anne demesini yeni öğrenmiş Temo, ölen annesinin üzerini bir çarşafla örttükten sonra, ilk defa eline aldığı İncili gelişigüzel bir yerinden açarak okumaya başlaması ve okuduğu bölüm manidardır: Ve saat on beş sularında İsa yüksek sesle şöyle dedi: “Eli eli! Lama sabaktani?” Temo, daha sonra mezarının başında annesine şöyle seslenecektir:”Tanrım tanrım… Beni neden terk ettin?”
Ana oğul arasındaki bu acıklı ilişkinin ifade ediliş biçimi ve dramatik boyutları, Temo’nun iyi kalpli ve dürüst arkadaşı Guram’ın, “Okropeta’ nın Meyhanesinde” Tamadalık* yaptığı şu bölümde, destansı bir güzelliğe bürünür:
Guram:
“Ben Tanrının şerefine içmek istiyorum.”
“İç öyleyse, kim engelliyor?”
“Ayağa kalk!” Ben ayağa kalktım.
“Annenin şerefine!”
“Teşekkür ederim!”
“Sen, annenin kim olduğunu biliyor musun?”diye sordu Guram. Cevap vermedim. Guram, çok ama çok uzun bir süre yüzüme baktı, sonra kadehine şarap ekleyip konuşmaya başladı:
“Annen bir Tanrı! Sen oturup ona bakıyorsun ve o da sana bakıyor. Sen ona “anne”, o sana “oğlum” diyor diye Tanrı olmadığını mı sanıyorsun? Sen Tanrıyı ne sanıyorsun? Bulutların üstünde oturan, yüzünü yıkarken yağmur yağdıran sakallı bir dede mi? Tanrı o kadar yakın, o kadar aşikâr ve o kadar sıradan ki, gördüğünde onun Tanrı olduğunu anlamıyorsun. İşte gerçek Tanrının talihsizliği de burada… Onun varlığına inanamıyorlar. Eğer Tanrı aramızda olmasaydı, uzaklarda tek başına ve yüce… O zaman inanmayan kalmazdı. Annen, Tanrı yüzü taşımadığı, sana “Ben Tanrıyım” demediği için, yemeğini hazırladığı, ekmeğini bölüp verdiği, seni giydirdiği, başını örttüğü, sana gülümsediği, seni şımarttığı için, seni öptüğü ve senin için ağladığı, seninle birlikte üşüdüğü, acıktığı, susadığı, senin için canını bile vermeye hazır olduğu için inanmalısın annenin Tanrı olduğuna. Tanrıya, annende, sende, bende olduğu için inanacaksın. Anlıyorsun değil mi?”
Guram konuşmasını bitirdi ve buğulanmış gözlerini bana dikti.
“Anladım!”dedim ve daha fazla uzatmasın diye kadehteki şarabımı bir dikişte içtim.
“Afiyet olsun!” dedi Guram ve yerine oturdu.”
Hala Anaerkil topluluk zamanlarından kalan izlerin görüldüğü, “Doğurmak” yerine “Yaratmak” fiilinin kullanıldığı günümüz Gürcistan’ında, “Ana” kavramının, kadınlık kavramından koparılması, Ataerkil toplum yapısının, Anaerkilliğe üstünlük sağladığı “trajik bir savaşın” haksız ve dramatik ayrı bir boyutudur.
Roman, başkarakter Temo’nun, doğum gününü kutlamasına dair niyetini ifade ettiği coşkulu sözleri ve iyimser bir havayla son bulur.
Güneşli geceyi edinin ve okuyun… Seveceksiniz.
Güneşli Gece – Nodar Dumbadze – Gürcistan – Çeviren Fahrettin Çiloğlu – Dedalus – 2015