“Kalk kız ne bakıyon öyle melül melül yapışmış cama. On saattir kapı vuruyom. Duymuyon mu? Hadi kalk, oturma, toparlan! Gidiyoruz hemen! Göçme vakti geldi çattı! Sirkeci bekler bizi… Bak elimde ne var? Görüyo musun? Ha-ha-ha! İşte, geldi sonunda pasaportun. Aç bakalım. Oku! Belle iyice… Kim bu Hatice? Yabancı kalma… Öğren dibine kadar… Valla, babam olsa tanımam sınırda apışıp kalanı! Ona göre ha! Kafayı toplar mısın yoksa hepten dağıtır mısın? Sen bil artık! Yoksaa bu son görüşlerin olur beni! Eyvallah der geçerim öteye sınırdan. O kadar para bayıldık! Boşa mı gitsin, di mi?”
Diye diye söylenip eliyle olmasa da diliyle itip kakarken, bilmem kaçıncı Mehmet, bir gölge geçer Meryem’in gözlerinden… Ne çok alışkındır terk edilmelere, en ufak takılmada kıçına tekme yemelere… İlk terk eden, erken yaşta göçüp giden babası… Nam-ı diğer Ayyaş Kâmil… Öyle de olsa koruyucu kalkanlarıymış meğer. Ciğer gider baba gider, ana-kız amca evine göçer. Hiç vakit kaybedilmeden amca anaya oğul Meryem’e çöker. İşte o gece donar kalır gencecik yüreği Meryem’in, hep üşür ondan sonra. Peydahlanan bebe bir yaşına varmadan, dayanamaz yüreciği, ben gidiyom, der göçer gider köyünden, köylüsünden, ne o kız belanı mı arıyon, diyen annesinden.
Ver elini en yakın kasaba… Ne iş olsa yaparım abi kafasıyla boşa çıkarmaz aç kurtlar sofrasını. Heyecanı doruklardadır. Kalbi güm güm atar. İşte vardır! Ahmet, Mehmet, Süreyya, yabancı üstüne yabancı… O kasaba senin bu şehir benim göçe göçe en nihayetinde varır “büyük şeher” denen yere. Çok çeker, feleğin çemberinden geçer, aklı başına gelir gelir gider. Heyecan nerede Meryem oradadır artık…
Kanlıları olmasa da vardır peşinde hep bir sorup soruşturan! Bıkar bu kaçıp kovalanmalardan. Bi düşününce, çocuk gelmiştir şimdi on beş yirmilerine. Geçenlerde posta kutusunda deyyuz babasının yolladığı mektubu bulunca, içinde de son fotosu… O an karar verir, bu işi kökünden halledecektir.
Sorup soruşturur, en iyisi Alamanya denir. Akın vardır şimdi oraya. 66 yılında işi bağlar altmış altıya… Mehmet’i ayarlar. Derler ki sahte pasaportta en iyisi… Pavyonda en ön masaya davet etti miydi kaytan bıyıklı, çipil gözlü bu yeni yetmeyi… Bi de gözlerinin içine baka baka söyledi miydi iki yanık türküyü… Hep üşür, hiç çıkarmaz otrişi de boynundan… Dolandırdıkça Mehmet’in suratında değil kendisi sülalesine bile en değme kimliği çıkarır bu âlâ sahtekâr.
Acı vatana gerçek kimliğiyle gitmek istemez. Herkesin acısı kendinedir. Çivi çiviyi sökerse acı da acıyı… Asıl kimliğiyle gitse o deyyus herif orada da rahat bırakmaz, ne yapar eder bulur buluşturur, dayattırır burnunun ucuna fotolu mektuplarını. Cesareti varsa kendi gelse ya! Ama böyledir bu herifler. El yakmaz maşa tutarlar. Lakin Meryem de maşa tutmayı öğrenmiştir artık. Her yeni heyecan yeni maşa demektir. Bilmem kaçıncı Mehmet’le de ne kadar gider bilinmez amma hele bir sınırı geçip varsınlar trenle Münşen denen o şehre, o zaman bakacaktır çaresine. Epeydir vakti dolsa da henüz gideri vardır bu son Mehmet’in de…
Eskinin Meryem’i yeninin Hatice’si usulca kalkar yerinden. Bavulu çoktan hazırdır. Uzanıp indirir dolabın üzerinden, gider, hadi diyen, Mehmet’in peşinden. Gözleri çakmak çakmak yanar, pırıl pırıl parlar. İşte yeni bir heyecan, yabancı olsa da yeni bir vatan, kalbi güm güm atar… Düşünür bir an! Hatice’ye sarı saç da pek yaraşır, gözleri zaten yeşildir. Sonra bakarsın olmuş Helga… Hasanları kandırması kolay kırık Türkçeyle, nasıl olsa… Buranın Mehmetleri varsa oranın da Hansları vardır elbet! Değişmez heriflerin heriflik tarifesi ister Avrupa ister Asya isterse Dünyanın beş kıtası, aşağı yukarı modeller aynısı…
“Heyecan lazım bana, heyecan,” der sürekli Hatice’nin beyni. Kalbi güm güm atmalıdır. Ancak o zaman varlığından emin olur kalbinin. Her yeni herif yeni heyecandır. Her eski herifteyse kalbi dona çeker. Onun içindir bu sürüklenişleri, tanımadığı heriflerin peşinden gidişleri. Zira tanıdıklarından dersini almıştır, o oğlu, bu oğlu, bilmem ne oğlu, hepsi tanıdıktır işte! Ne demiştir o deyyus amcaoğlu: “Kalbin yok senin! Nasıl yok, bal gibi var işte! Hele bir heyecanlansın gümbür gümbür atar… Neymiş? El kadar bebeyi nasıl bırakır da gidermiş? Hayvan herif, sen onu on dördümde üstüme çullanırken düşünecektin! Bi de ‘Seviyom gız seni!’ demez mi?! Olmaz olsun, yerin dibine batsın öyle sevgi! Çocuğun bebeye baktığı nerde görülmüş ki?”
Hele bir büyüsün o zaman bakacaktır Meryem, çocuğuna… Her yeni tanışla kalbi güm güm atacak, attıkça büyüyecektir kalbi de kendisi de… Belki o zaman kabullenecektir anneliği. “Bari kız olaydı! Hık deyip deyyus babasının burnundan düşmüş velet? Şeytan dedi ki hep: Al çarp yere!” Baktıkça bebenin yüzüne o melun gece biter gözlerinin önünde. Açar kapar, açar kapar, silinmez gönlünden gözünden o bildik, o tanıdık herifin yüzü… Donakalır aynı sahneyi gördükçe hiç büyümeyecek kalbiyle. Yoksa ne suçu olacaktır el kadar bebenin?
Göçmüş Herifler Bahçesi’ne bir bir gömer döllerini dölleri kuruyasıca, Amcaoğlu, Ahmet, Mehmet, Süreyya ve daha nicelerinin… En son sıra bilmem kaçıncı Mehmet’tedir. Vakti zamanı gelince bahçedeki yerini alacaktır, ardından gelecek yeni dölü bekleyerek, yüksek ihtimalli yabancı kökenli… E ne de olsa “Ey gidi koca dünya!” küreselleşmektedir…