Melis’in odasındayım. Pencerenin önünde bekliyorum. İçimde tekrarlanan ‘gelmeyecek, gelmeyecek, gelmeyecek’leri susturmaya çalışıyorum. Mırmır bu eve geri gelmek zorunda.
Melis’in yokluğundan beri bu oda benim kutsal mekanım. Sırtımı pencereye verip kızımın odasına göz gezdiriyorum. Dünden bugüne bir şeyler değişir mi? Zamanı geri almak mümkün olabilir mi? Mucizelere inanmak istiyorum. Oysa her şey dün gece bıraktığım gibi; yatak hiç bozulmamış, okula ilk başladığı zaman aldığımız çalışma masasının üstü derli toplu. Güneş ışığının vurduğu boşlukta tek bir toz zerresi bile uçmuyor. Yine de eksik yaptığım bir şeyler olmalı, kızımın yatak örtülerini en son ne zaman değiştirmiştim? Önceki ki gün mü? Nasıl bir ihmalkarlık benimki? Kirlenmiştir. Hemen yenilemeliyim. Hanımeli kokusu yayılmalı çarşaflardan tıpkı Melis’in sevdiği gibi. Gardırobunu açıyorum. İngiltere’ye giderken kıyafetlerinin çoğunu aldığından askılar boş. Birkaç sweatshirt, atmaya kıyamadığı kazaklar, anneannesinin ördüğü hırka ve üst üste katlanarak dizilmiş kot pantolonlar var karşımda. Evimizde kendini yenileyip duran bir boşluk havası var. Nefesim tıkanıyor, dayanamayıp annemin ördüğü hırkayı alıyorum, kucağımda kızım varmışçasına sarılıyor, kokusunu içime çekiyorum. Gözlerim doluyor. Ağlamak istiyorum ama bir yandan da yeni bir acıyı çağırmak istemiyorum. Gözyaşı kötü şans getirir, biliyorum. O kediye her zamankinden çok ihtiyacım var. ‘Sana söz veriyorum kızım. Mırmır geri gelecek,’ kızımın ipek saçlarını uyurken okşadığım gibi hırkanın üstünde geziniyor ellerim.
Önce yatak örtüsünü kaldırıyorum. Sonra yorganın üstündeki nevresimi çıkarıyorum. Yastığın kılıfını değiştiriyorum. Çarşafı seriyorum. Her şey tastamam. Odaya hanımeli kokusuyla birlikte ufacık bir yaşam enerjisi doluyor. Çıkardığım nevresim takımını banyoya götürüyorum. Elime yüzüme su çarpıp aynadaki yaşlı kadını tanımaya çalışıyorum. Tekrar odaya döndüğümde değişen hiçbir şey olmadığını görüyorum. Az önceki sevinç bir yalandan ibaretmiş. Koku odada kaybolup gitmiş. Yeni serdiğim çarşaflar şimdiden eskimişler.
Melis’i o an oradaymış gibi hayal ediyorum. Odası her zamanki gibi darmadağınık. Çalışma masasının üstüne kitaplar, açık defterler, bir haftalık stoklar halinde içindekilerin yarısı içilmiş bardaklar dizilmiş. Yerde hangisi hangisinin teki anlaşılamayan rengarenk çoraplar hatta külotlar var. Her yer bir karış toz içinde. Ve o, benim güzeller güzeli kızım Melis, darmadağın yatağında yorganına sarılmış, telefonu elinde uzanıyor. Ne çok tartıştığımızı hatırlıyorum. O karmaşanın içinde kendini nasıl özgür hissettiğini anlatırdı bana, bir türlü ikna olmazdım. Keşke kabul etseymişim. Yormasaymışım ilişkimizi. Kızımın görüntüsü bir belirip bir kayboluyor. İşte ben en çok da bundan korkuyorum. Onun hayalini yitirmekten. Duvardaki fotoğraflardan medet umuyorum. Binlerce kez yaptığım gibi teker teker hepsine dokunuyorum. Bebekliği, gülümseyişi, tek dişli hali. Altı yaşındayken Mırmır ile ilk pozu. İlk 23 Nisan gösterisi. İlk piyano resitali. Lise mezuniyeti. Yetenek sınavından geçip üniversiteye yerleştiği gün yaptığımız kutlama. Edirne’de üniversiteyi yüksek ortalamayla bitirdikten sonra İngiltere’de en çok istediği okuldan aldığı yüksek lisans kabulu. Hepsi, hepsinden bir an asılı duvarında. Fotoğraflar tek bir saniyeyi dondurmuş ama ben öncesini sonrasını tüm detayları ile hatırlıyorum. Anılarımda bir tek şey eksik: Son anı. Bu yaşama tutunacak gücünün olmadığını nasıl fark edemedim? İstanbul’dan kalkıp Edirne’ye gittiğim gibi neden İngiltere’ye de yanında gitmedim. Neden onu bir başına bıraktım? Ben nasıl bir anneyim?
Kapı açılıyor. Haluk geliyor. Aşağıya sarkıttığı ellerinden birinde Mırmır’ı sarıp kucağına verdiğim kırçıllı şalı tutuyor. Mırmır da benim gibi Melis’in kokusuna tutkundur. Onun yokluğunda, acıdan kıvrandığı anlarda, bu şal sayesinde rahatlamıştı. Kedi sanki Haluk’un arkasına saklanmış; koşarak, oyunlar yaparak ortaya çıkacakmış gibi sağa sola bakınıyorum. Yok. Hiç bir yerde yok! “Çok yaşlıydı,” diyor Haluk. “Bu kadar yaşaması bile mucizeydi.”
Öyle kızgınım ki Haluk ile kavga bile etmek istemiyorum. ‘Biz niye yaşıyoruz ki?’ demiyorum. ‘Bu nasıl adalet?’ diyen, içimi parçalayan isyanı yüzüne haykıramıyorum. Elindeki şalı çekip, kızımın odasına gidiyorum. Kendimi yatağın üstüne bırakıyorum. Kucağımda yumak yaptığım şala şimdi iki ölüye sarılır gibi sarılıyorum. O anda nefesimin durmasını istiyorum. Bence adalet anca böyle yerini bulacak. Zamanı gelen gidecek, vakti olan geri gelecek diye düşünüyorum. Varsa bir tanrı ondan tek isteğim; yattığım bu yerden kalkmamak. Haluk geliyor. Tek kişilik yatağa, yanıma sığışıyor. Bir beden olurcasına beni sımsıkı sarıyor. Kendine doğru döndürüyor. Şimdi yüzyüzeyiz. İki ölü ortamızda yatarken biz, göz göze bakıyor, susuyoruz. Belki de birbirimize tutunmaya çalışıyoruz. Yarın olacak mı bilmeden, bir anne bir baba, iki çaresiz insan ölmeye yatıyoruz.