Yavaşça pantolonunun oturak bölümüne yerleştim. Önceleri pek de belli değildi orada olduğum. Hafif bir renk koyuluğu o kadar. Sanki kumaşın defolu bölümü gibi, yanlışlıkla bir yerlere oturmuş gibi, şöyle belli belirsiz bir koyuluk. Biraz da sağ tarafta daha belirgindim. Sonuçta pantolon ikide bir temizlenen bir şey değildi. Yapışkan falan da değildim. İnce, yarı saydam, belli belirsiz, kokusuz, oraya yerleştim. Sanki bir jel hafifçe bulaşmış da kurumuş gibi. Sert mi? Asla değil. Elini değdirdiğinde yumuşak, kadife gibi bir dokum vardı. Asla görenler için iğrendirici bir şey değildim. Öyle tuvaletten kalkmış da bir şeyler sıçramış gibi haşa! Hiç öyle şey olur mu? Ben kendi halimde yerleşecek bir alan bulmuş, orada yaşayıp gidiyordum. Ta ki bir gün çocuğun biri “Amca, pantolonundaki o koyuluk nedir?” diyene kadar.
Pantolonun sahibi şaşırdı, arkasına bakar gibi kafasını çevirdi, canı sıkılmıştı doğrusu. Bu pantolonu çok sık giyiyordu. Hiç farkına varmamıştı. Bozuntuya vermedi. Ne de olsa çocuktu soran. Çocuktan al haberi derler ya! Belki başkaları da görmüştü ama söylememişti. “Aaa öyle mi? Koyuluk mu var?” dedi küçüğe, eliyle şöyle bir yokladı, ıslaklık falan yoktu. Hafif kadifemsi bir dokunuş hissetti, ama önemsemedi, yoluna devam etti. Eve gidince bakardı zaten. Yürürken ister istemez gelen geçenin bakışlarına dikkat etmeye başlamıştı. İnsanların hiçbiri tuhaf bir durum varmış gibi davranmıyordu. Hatta şık bir kadın yanından geçerken beğeniyle gülümsedi. Yanındaki adam bunu fark edince adımlarını sıklaştırarak kadını kolundan çekti, süslü bir vitrini gösterip dikkatini dağıttı.
Sonunda yerleştiğim pantolonun sahibi koyuluk falan yok, diye düşündü. “Hınzır çocuk nereden çıkardı bunu?” dedi, kendi kendine. Ama ya varsa? Bir yerlerde ayna olsa bakacaktı. Apaçık anlaşılmıyordu vitrin camlarından falan. Erkek giyimi satan bir mağazaya girdi, pantolonları karıştırdı, kendi pantolonuna benzeyen bir tane bulup kabine girdi. Aynadan pantolonunu görmeye çalıştı, o kadar esnek değildi. Tam arkasına dönemiyordu. Öyle bir şekilde yerleşmiştim ki, baktı baktı anlayamadı. Ben de biraz büzüldüm o sırada, neredeyse görünmez oldum. Pantolonu çıkararak bakması lazımdı. İşte o zaman iş tehlikeye girer, rahatım kaçardı. Neyse. Çıkarmaktan vazgeçti. Genç bir çalışan yanına gelip nasıl oldu efendim diye sordu. Adam şimdilik almaktan vazgeçtim, daha sonra tekrar gelirim, dedi. Telefonuna bakar gibi yapıp aceleyle mağazadan çıktı. Derin bir nefes aldım.
Evin nerede olduğunu henüz bilmiyordum. Orada başıma gelecekleri de. O kadar da kıymetli bir pantolon değildi yerleştiğim. Ömrümün sonu gelmiş gibi davranmama gerek yoktu. Yalnız beni yok etmeyi aceleye getirmesini de istemiyordum. Zaten bu rahat sıcak bölgeyi bulana kadar uğraşmıştım. Oldukça yorulmuştum. Dinlenmeme biraz fırsat verse, ben de başımın çaresine bakardım daha sonra.
Pantolonun sahibi benim varlığımı unutmuş gibiydi. Markete gitti, bir şişe şarapla rokfor peyniri, biraz da meze aldı. Sokak kapısını açtı, ıslık çalarak merdivenleri çıktı, eve girince şarapla mezeleri masaya koydu, kendini koltuklardan birinin üstüne attı. Yorucu bir iş günüydü. Biraz nefeslenince sevgilisine masa hazırlamaya koyuldu. Hoş porselen tabaklar, peçeteler getirdi, daha önce aldığı gravyer peyniri, üzüm, kuruyemişlerle peynir tabağı hazırladı. Bir de kırmızı mum koydu, sonradan yakacaktı. Ben bu arada boş durmamış, kendini koltuğa attığı sırada orada zor görünecek bir yere sıvanmıştım. Bukalemun gibi renk değiştirebiliyordum ama bir yere kadar. Kontrast renklerde çok başarılı değildim. Siyahla beyaza da çok bulaşmıyordum, daha çok gri, kahverengi, lacivert, koyu yeşil gibi renkleri tercih ediyordum. Tabii ki ben de isterdim çimen yeşili, fuşya, cam göbeği gibi renklerin üzerine yerleşmeyi ama insanlar acımasızca beni yok etmeye kalkarlardı. Henüz tüm renklerle uyum sağlayacak bir gelişmişlik gösteremiyordum. Hayatta kalabilmek için dikkatli davranmam gerekiyordu. Şansımı zorlamama gerek yoktu.
Biraz sonra kapı çalındı, çırpı gibi bacakları, mini eteği, derin dekoltesiyle bir kız girdi içeri. Adam onun ceketini alıp portmantoya astı, kolunu beline doladı, ikisi birden benim yerleştiğim koltuğun yanındaki kanepeye oturdular. Öpüşüp koklaştılar, sarıldılar, benden uzak durun da ne yaparsanız yapın diye geçirdim içimden. Onlara söz geçirecek halim yoktu. İyi ki koltuğa bulaşmışım dedim. Romantik bir müzik koydular, biraz sarılıp dans ettiler. Sonra ev sahibi kırmızı şarabı açtı, kadehlere doldurdu, birer yudum alıp tadına baktılar, güzelmiş dediler. Şarabı merak ettim ama ben alt tarafı sıradan bir lekeydim. Yorgun bir leke. Şarap bana iyi gelmezdi. Başka arkadaşlarım zahmetli çabalar sonucunda şarap lekesi olarak yaşayabiliyordu, onlar şarapların tadından daha iyi anlıyorlardı. Bazıları çok pahalı şarapların tadına bakabilmişti. Özellikle lüks restoranlardaki masa örtülerinde yaşayanlar. Fakat bir anlık keyif için çeşitli işkencelere maruz bırakılıyorlar, sonunda bulundukları yerde yok edilebiliyorlardı. Çamaşır suyu, beyazlatıcılar, sıcak sular içinde kaybolup gidiyorlardı. Eğer şansları varsa ikinci sınıf restoranlarda daha uzun yaşayabiliyorlardı. O zaman şaraplar biraz daha ucuz olabiliyordu. Ya da örneğin kırmızı bir masa örtüsünün üzerinde fazla dikkati çekmeden kalabiliyorlardı. Ben şimdilik kendimi korumak için risk almamaya çalışıyordum.
Öf! Tepeme kızın çantası geldi. Biraz kenara büzüldüm ama yine de bir parçam çantaya bulaştı. Çanta bej rengi. Açık renklerden kaçıyorum ama oldu bir defa. Maalesef bir kısmımı çantada bırakmak zorundayım. Allahtan görünmeyen bir yerinde çantanın. Belki birleşebiliriz daha sonra. Kız çantadan kırmızı rujunu çıkardı, banyoya gidip dikkatlice sürdü. Çantayı yine benim olduğum yere, tepeme bıraktı. Ben biraz esneyip parçama yaklaşmaya çalıştım ama bir türlü birleşemiyorduk. Aldığım yaraya üzülüyordum. Zaten bir parçam da pantolonda kalmıştı. Bu geceyi koltuğun üzerinde geçirmeye karar verdim. Yaşam mücadelesi veriyordum. Gözlerim uykudan kapanıyordu.
Gözümü açtığımda koltukta üzerime güneş ışıkları vurmuştu. Artık daha sert ve güçlüydüm. Fakat bu sefer de esnekliğim kaybolmuştu. Akşamki flörtleşmeyi yazık ki kaçırmıştım. Pantolondaki parçama ne olmuştu bilmiyordum. Çantadaki parçama da. Bakalım kız tekrar gelecek miydi? Eğlenceli olurdu. Belki bu sefer gecenin geri kalanını da görürdüm. Şarap lekesi olan arkadaşlarım bir şeyler anlatmıştı ama ben görmemiştim. Belki televizyonda bir sinemada denk gelirdi. Şimdilik başka eve gitme şansım yoktu.
Bunları düşünürken kapı açıldı, içeriye şişko, güçlü kuvvetli bir kadın girdi. Kovalara suları doldurdu, içine deterjan koydu, hatır hutur yerleri silmeye başladı. Hayatımın sonu gelmişti galiba. Biraz sonra elektrik süpürgesini çalıştırıp koltukların tozunu almaya başladı. O sırada telefonu çaldı, alıp çenesinin altına sıkıştırdı, tiz sesiyle konuşmaya, bir taraftan da vakumlamaya devam ediyordu. Ben artık fazla şekil değiştiremiyordum ama olabildiğince döşemenin arasına doğru büzüldüm. Tek seçeneğim rengimi biraz değiştirip araziye uymaktı. Kadın acıktı, benim koltuğu vakumlamayı bıraktı, kendine çay yapmaya gitti. Elinde ince belli çay bardağıyla geldi benim koltuğa oturdu.
Hay aksi. Koca gövdesiyle pat diye otururken çayı koltuğa döktü. O kadar emek verdim, çayla karışık bir leke oldum şimdi. En azından hayatımın geri kalanını yalnız geçirmemiş oluyorum. Böyle parçalana parçalana yaşamak da ne kadar zor. Tanrı yardımcım olsun. En azından arada sıkışmış kalan kurumuş parçam geceleri olan biteni görebilecek.