Her zamanki gibi o sabah da erkenden uyanmıştı uyanmasına ama yataktan hiç çıkası yoktu. Uykusuzluktan ölüyordu üstüne bir de kemikleri sızım sızım sızlıyordu. Karısına “Kütük gibiyim,” dedi “bırak biraz daha uyuyayım.” Beş günlük torunları yine tüm gece ağlamış, sabaha dek kimse gözünü kırpmamıştı.
Karısına da helal olsundu. Hiç nazlanmadan hemen yataktan çıkmış, ahıra gitmek için hazırlanmıştı. Ancak çıktıktan iki dakika sonra, “Hava çok soğuk, dışarısı ayaz!” diyerek eve geri gelmiş, üzerine ikinci bir atkıyı aldıktan sonra tekrar çıkıp gitmişti. Dışarıdan giren buz gibi hava, ocağı henüz yakılmamış odayı daha da soğutmuştu. Yorganı iyice üzerine çekti. Hem uykusuzluk hem üşümek olmazdı, durduk yere bir de hastalanmasının bir manası yoktu. İçinde tarifsiz bir huzursuzluk kök salıyordu. Uyuyamayacağını anlayınca kalktı, yatağın içinde oturdu; camdan dışarıyı seyre koyuldu. Havanın aniden bozması hoşuna gitti. Bu iyiye alametti. Demek ki karın eli kulağındaydı.
İlk kar taneleri düşmeye başlayınca, “Şükürler olsun sana Rabbim!” dedi. İlerlemiş yaşından beklenmeyen bir çeviklikle oturduğu yerden kalktı, tek göz odadan ibaret evin bir köşesinde, yer yatağında bebesiyle uyuyan gelinine yaklaştı. Gelinin uzun, ince, solgun yüzüne nefretle baktı. O da epey yorgun düşmüş olmalıydı yoksa şimdiye kadar çoktan kalkmış, yatakları katlayıp yüklüğe kaldırmış, bir tencere çorbayı da hazır etmişti. Fazıl bebeyse annesinin yanında, kundağında mışıl mışıl ne güzel uyuyordu! Bebeğin yüzüne baktı, çok tuhaftı, ne gelinine ne de oğluna benziyordu. Ölmüş atalarından da hiç kimseyi çağrıştırmıyordu.
Elini çabuk tutması lazımdı. Hayvanların yemini vermek için köyün öbür ucundaki ahıra gitmiş olan karısının geri dönmesi uzun sürmezdi. İyi ki evleri köyün dışındaydı. Bu saatte hem de bu havada buralardan kimse geçmezdi. Bir an önce niyetlendiği işi neticelendirmesi gerekiyordu.
Eline bir yastık alıp gelininin yüzüne iyice bastırdı. Garibim fazla debelenmedi. Sonra da el kadar bebeğin yüzüne bastırdı yastığı. Vakit kaybetmeden, hemen kundağı kucağına aldığı gibi dışarıya çıktı. Bahçenin sol köşesindeki kör kuyuya yaklaştı, ağzındaki çalıları çekip çıkardı bir eliyle. Sonra da kundağı kuyuya attı. Tok bir ses duyduktan sonra tekrar eve geri döndü; gelini kucakladığı gibi kuyunun başına getirdi. Minnacık gelin zaten tüy gibiydi. Onu da kuyuya attı. Bahçe duvarı yapımından arta kalan taşların bir kısmını kuyuya attı ve üzerine birkaç çuval çimento boşalttı. Kuyunun ağzının kapalı olduğuna iyice emin olduktan sonra eve dönüp tekrar yatağına girdi ve hiçbir şey olmamış gibi kaldığı yerden uyumaya devam etti.
Hacı Salih, Fadime evlerine gelin geldiğinde onu pek sevmiş, adeta kızı farz etmişti. Allah için o da saygıda hiç kusur etmemiş, ne emredildiyse yerine getirmiş, hatta doğumuna dek kâh tarlada kâh evde arı gibi çalışmıştı. Evlendikten kısa bir süre sonra oğulları askere gitmişti. Bir akılsızlık edip askerliğini yakar düşüncesiyle oğullarına baba olacağını mektupla haber vermemişlerdi. Terhis olup gelince ona büyük bir sürpriz olacaktı bu.
Evin çullarla ayrılmış bir köşesinde doğum yaptıran ebe, “Hayırlı olsun, tosun gibi bir torununuz oldu,” deyip bezlere sarılı bebeği kucağına tutuşturduğunda dünyalar onun oluvermişti. Artık ölse gam yemezdi, soyunu devam ettirecek, bir torunu vardı bundan böyle. Eğilip kulağına üç defa rahmetli babasının adını fısıldamıştı, “Fazıl, Fazıl, Fazıl!” diye.
İşte o zaman görmüştü bebeğin boynundaki soluk kurbağa ayağını andıran lekeyi. O an üzerinde fazla durmamış, doğumla ilgili olabileceğini düşünmüştü. Sonra elbette geçerdi. Ebeye mi sorsaydı, bir türlü karar veremedi.
Doğumdan sonraki beş gün boyunca içinde giderek büyüyen bir şüphe ve öfkeyle yaşadı. Huysuz bir adam olup çıkmıştı sonunda. Ortalığı yakıp yıktı; evi yangın yerine çevirdi. Mülayim kocasının neden böyle davrandığını anlamayan Penbe, bu hallerini uykusuzluğuna ve yaşlılığına verdi.
O gün Penbe ahırdan döndüğünde, gelinin yatağının hâlâ serili, çorbanın hazır edilmemiş olduğunu görünce şaşırdı. Yatağın boş olduğunu sonradan fark etti; gelinin ayakyoluna çıkmış olabileceğini düşündü. Hemen ocağı yaktı, üzerine su dolu bir tencere koydu. Çorba pişirme niyetindeydi. Kocası henüz uyanmamıştı. Biraz zaman geçtikten sonra dış kapıyı aralayıp seslendi “Hu gelin üşümedin mi zahir sen bu soğukta?” Bir cevap alamayınca, çıkıp bahçenin sol dibindeki kapısız hacet yerinin içine baktı, boştu. Bir anlam veremedi. Kar yağışı daha da artmıştı; tipi, boran göz gözü görmüyordu. İki adımlık yerde evin kapısına zor ulaştı.
İçeriye girince doğruca yatağa koşup bebeği yokladı. Kundak yerinde yoktu. “Hele bir uyan herif!” diye hışımla kocasını dürttü. Eri zar zor yatağın içinde doğruldu. Ne var yine der gibi kötü kötü baktı. Mevzuyu anlayınca “Meraklanma heç, anasına gitmiştir,” dedi. Gelinin bebeği de alıp anasına gitmesi aslında iyi de olmuştu; böylece biraz uyur, dinlenir, kendilerine gelirlerdi. Hele kar bir dursun, illa ki gidip gelinle torunu alıp geri getirirlerdi.
Üç gün üç gece hiç ara vermeden kar yağmaya devam etti. Dördüncü günün sabahı güneş açtı, her taraf bembeyaz ve derin bir sessizliğe büründü. Göz kamaştıran kar ve güneşe inat, neredeyse dizlerine dek gelen karı küreyerek yol açmaya başladılar. Dünürlerinin evine kadar da bu işe hiç ara vermediler.
Gelin annesinde değildi. Köydeki herkese sordular, gidebildikleri her yere gittiler. Ne gelinden bir iz vardı ne torundan. Ya başına bir şey geldiyse diye hayli korktular. Oğullarına ne derlerdi geldiğinde? Emanetine sahip çıkamamış olmanın utancı vardı içlerinde. Lakin ellerinden bir şey gelmiyordu, bu kışta kıyamette.
Bahara doğru karlar erimeye başlar başlamaz, kasabaya ulaşılabildiklerinde ancak haberi oldu jandarmanın gelinin el kadar bir bebeyle kayıplara karıştığından. Hem jandarma hem köylüler, dağ taş aramaya başladılar. Çok geçmeden, nereden nasıl çıktıysa Fadime’nin çocuğunu da alarak sevdiğiyle kaçtığı söylentisi yayıldı. Hatta kadının biri yeminler ederek, kar yağdığı günün sabahı gelini kucağında bebekle kasabaya doğru giderken gördüğünü söyledi. Jandarma dâhil herkes bu anlatılanlara inandı, aramalara son verildi.
Giden gitmişti; nereye gittiğiyse meçhuldü. Hayat devam ediyordu. Askerden dönen oğullarını yeniden evlendirdiler. Çok değil, iki sene sonra yeni gelin bahara doğru doğum yaptı. Bebenin biri ebenin kucağında, diğeriyse karısının; ikizleri görünce içi büyük bir sevinçle doldu. Erkek olanı kucağına alıp kulağına üç defa “Fazıl!” diyecekti ki torununun boynunda aynı lekeyi gördü. Büyük bir öfkeyle bebeği yatağa fırlatıp attı. “Kimden peydahladın bu veledi?” diyerek canıyla uğraşan gelinine vurmaya, tekmeler atmaya başladı, “Sülalemizde böyle bir leke yok” diye tekrarlayıp durdu.
Penbe kocasını engellemeye çalışırken birkaç şamarın yüzünde patlamasını engelleyemedi. Ne olduğunu anlamayan oğlu ise, babasına karşı gelmemesi gerektiğini zaten bildiğinden öylece bir kenarda duruyordu.
“Dur hele bir!” diye çıkıştı Penbe kocasına. Ellerini sımsıkı tutup “Bu lekenin aynısı benim dedemin dedesinde de varmış!” dedi, “Biz küçükken ninem bunu bize hep anlatırdı.”