Neredeyse kırk yıl oldu görüşmeyeli. Güya birbirimize ahretlik olmuştuk. Kader beni uzaklara savurdu. Doğduğum toprakları unutturdu. Zaman anlaşılmaz bir şey. Ne yaşadığını, ne geleceği fark edemiyorsun. Dünya gailesi seni senden alıyor. Geçmişte kalanlar da ne zaman hatırlansa anın tesiriyle kısa sürede zihinden çıkıp gidiyor. Bir daha ne zaman hatırlanır belli değil. Üstelik aynı anılar gelmiyor zihin sahnesine. Bölük pürçük. Bağlantı kuramıyorsun. İş, güç, çocuklar, hastalıklar, kayıplar derken bir ömür geçti. İkimizde yaşlandık. Lakin ben onu unutmadım. İlk yıllarda bir kaç defa mektuplaştık. Gurbette talihsiz şekilde bir kaç iş değiştirince tam adresimi de bildiremedim. Belki eski adreslerime mektuplar geldi. Benim haberim olmadı. Haberleşmemiz kesildi. Nadide hanımın adresi pasaportumun arasında, solmuş bir kağıtta yazılıdır. Onu asla kaybetmedim. Bir gün mutlaka O’nu görecektim Oturduğu yerin değişmediğini biliyorum. Çünkü kendi evleriydi. Ya vefat ettiyse, çocukları evi sattıysa… Artık dünya gözüyle görüşmemiz mümkün olmayacak demektir. Ne acı.
Yurda dönmeden bir yıl önce kocamı kaybettim. Birlikte emekli olup kesin dönüş yapacaktık, olmadı. Gerçi cenazeyi köyünde toprağa verdik. İki gün içinde geri dönmek zorundaydık. O telaş içinde Nadide hanımı arayamadım. Çocuklar yurt dışına yerleşti. Ben mutlaka memleketime dönmek, Nadide hanıma, ahretliğime, yakın olmak istiyordum. O nedenle yakın bir semtte, girişin üstünde bir daire alındı. Çocuklar dayadılar, döşediler. İlk bir kaç haftanın yorgunluğu geçince O’nu ziyarete karar verdim. Bir Cumartesi günü, ikindi üzeri gidecektim. Telefonunu bilmiyordum. Çat kapı, ben geldim ziyareti olacaktı. Acaba beni hatırlayacak mıydı? En önemlisi evi bulabilecek miydim? Genişletilen yollar, eskisinin yerine yapılan yüksek binalar, cadde üzeri dükkânlar, kafeler… Belki AVM’ler. Şehrin canlı, hareketli hâli beni ürkütüyordu. Bu yaşta işim zordu doğrusu. Fakat kararlıydım. Mutlaka bulacaktım o evi. Yerinde duruyorsa tabi…
Tahminim doğru çıkmıştı. Nadide hanımın oturduğu semti yadırgadım doğrusu. Araya, sora adresteki evi buldum. Değişmiş, yıkılıp yerine yenisi yapılan bina da eskimeye yüz tutmuş. Kapıdaki zil panosunda isimler okunmuyor. Acaba burada mı oturuyor diye tereddüt ettim. Yanlış bir zile de basmak istemiyordum. Binanın altındaki markete girip meramımı anlattım. Kasiyer genç, “Efendim” dedi. “Nadide hanımın evi burası. Kapının kapalı olduğuna aldanmayın. İtince açılıyor”.
Kalın camlı, demir kapıyı iterek yavaşça açtım. Hava güneşli olmasına rağmen girişte durgun, nemli bir serinlik yüzüme çarptı. Biraz soluklandım. Sonra dikkatli bir şekilde merdivenleri çıkmaya başladım. Adetim değildir ama saydım basamakları. Merdiven arası sahanlığa kadar on beş basamak. Demek ki bir on beş daha var. Derin bir nefes alıp tırmanmaya devam ettim. Nadide hanımın katına gelince yorgunluğuma büyük bir şaşkınlık eklendi. Daire kapısı kapalıydı. Lakin kapı önünde, bir üst kata çıkan basamaklarda kadın, erkek onlarca ayakkabı vardı. Yaklaşarak kapı zilindeki ismi okudum. Nadide Yorulmaz. Adresi bulmuştum bulmasına da gördüklerime mana veremedim.
Zihnim bulanık hale gelmişti. Yüreğime bir ağırlık çöktü. Kulak kabarttım. İçeriden bir ses gelmiyordu. Elim ayağım boşaldı. Ayakkabıları iteleyerek merdivene oturdum. Gördüklerim ne manaya geliyordu? Yeni bir torunu oldu veya büyük torunu üniversiteyi kazandı da eş, dost, akrabayla kutlama yapılıyordu desem, değil. Mutlaka içeriden neşeli sesler gelirdi. Bir acı olsa, bir kayıp, adet olduğu üzere kapının açık olması gerekirdi. Kapı kapalı. Bir hüzün çöktü üstüme. Bizim yaşta olanlar sevinçten ziyade acıya teşneyiz. Oysa gelirken neler düşünmüştüm. Sıkı sıkı sarılmalar, “dur şöyle sana bir bakayım”, “ Saçlarına kına yakmışsın, yakışmış, seni daha canlı gösteriyor” demeler, bir daha sarılıp buruşuk yanağından öpmeler. Karşılıklı oturmalar, sessizce bakışmalar, söze başlayamamalar. Eski günleri hatırlayarak birbirini süzmeler. Gözlerin dalıp gitmesi. Uzunca bir süre konuşamadan oturduktan sonra “ kahveni nasıl içersin” sorusu üzerine maziden kopup bu güne gelmeler. İkimizin de içinde sevinçli bir sızı. Geçen yıllara acıyarak, yine de çok şükür diyerek ferahlamalar. Tüm bunları zihnimden geçirirken göz yaşlarıma engel olamadım.
Kapının ardında sevinçli bir kutlama varsa ki içerdeki sessizlikten bunun olmadığı anlaşılıyordu. Gelenler gelmiş ve kapı kapanmıştı. Başka beklenen yoktu. O zaman geriye düşünmek istemediğim bir ihtimal kalıyordu. Zili çalsam tanımadığım biri kapı açacak, o da beni tanımadığı için “kimi aramıştınız” diyecek. Kalbim heyecanla çarparak “Nadide hanım” dedikten sonra gerisini getiremeyecektim. Alacağım cevabı düşünmek istemiyorum. Dayanabilir miydim, bilmiyorum. Dedim ya bizim yaştakiler acı beklentisi içinde oluyorlar.
Düşüncelerimin acı dolu ağırlığı bir karar vermemi zorlaştırıyordu. Neden böyle oluyoruz? Hep yürek burkan, ıstırap yüklü ihtimaller aklımıza geliyordu. Sona mı yaklaşıyorduk? Yıllar sonra gelen bir kavuşma arzusu neden olumsuz fikirlerle yok ediliyordu? Zihnimiz neden bu kötü düşünceleri barındırıyordu? Bundan kurtulmanın bir yolu olmalı. İnsanlar hep acıya mı yazgılı? Bilhassa biz yaştakiler… Bin bir türlü düşünce ruhumu daralttı. Ayağa kalktım. Kapıyı çalmayacaktım. İçeri girmeyecektim. Dayanma gücüm kaybolmuştu. Yine de cesaretle, metanetle tahmin ettiğim acıyı taşıyacaktım. Silinmeyen hatıralar ne zamana kadar beni oyalayacaktı? Bunca yıl sonra ümitle geldiğim evden ayrılıp değişmeyen kaderin ağırlığına tahammül gösterecektim. Tırabzana tutunarak aşağı inmeye başladım.