Ölüm, günün ilk ışıklarıyla beraber,
şehrin dışına doğru bir mahallede,
iki yanında duvarlar bulunan
dar bir sokakta belirdi.
José Saramago haklı. Ölüm kendi kendine, “Artık burada yapacak bir işim kalmadı,” deyip kara pelerininin şapkasını iskeletine geçirmedikçe rahat nefes alınmayacak. Ölüm her gün saklandığı yerden sizin için en beklenmedik anlarda çıkıp ensenize dolanıyor. Şahdamarınızdan kanınıza karışıp tekrar yükseliyor. Gırtlağınıza tek hamlede fil ağırlığında yük bindiriyor. Yeni bir nefes almaya yeltenecek fırsatınız kalmıyor.
Bileğiniz serçe kadar hafif, düşüyor. Göz kapaklarınız saliselik bir refleksi gerçekleştirecek şansı kaybettiğinden gözleriniz açık kalıyor. Yirmi saniye öyle kalsa sızlamaya başlayacaklardı, şimdi başkasının parmakları onlara elektrik düğmesi kapatır gibi dokunmadıkça kapanmayacak. Ölüm hem bir anda hem de sonsuz. Ayağı takılmıyor. Iskalamıyor. Çıplak, korkusuz. Derisi olmadan. Damarları ve eti olmadan.
Çıplak. Ama bu diğer canlılar için geçerli. Bizim için ölümün kutsal rakibi yaşama dair dokuz şans var.
Eğer Tanrı da kendini ölüm kadar her an yanınızdaymış gibi hissettirseydi, kuşku duymadan ona da inanırdınız. İçinizde ölüme inanmayan birini bulabileceğimi sanmıyorum. Ama Tanrı’ya inanmayan birçoğunuzun gerekçesinin onu görmemek olduğunu biliyorum. Ölümü de henüz yaşamadınız. Ama sıcak nefesini kulağınızın içinden vücudunuza girerken hissedebiliyorsunuz, titreyerek. Ben ölümü sekiz defa gördüm, çok yakından. Bunları anlatırken sekizinci kefeni yırtışımın kaydını yaptırmak için sıramı bekliyorum. Biraz önce anlatıya konu olan siz insanlar kadar kötü durumda değilim. Ölümün adımlarını atarken hiç düşünmediğini biliyorum. Onu gölgeye benzetiyorum. Gölgelerin ışığa karşı hassasiyetleri var. Benim türümdeki canlılarda ölümle dikleşmek olağan. Ben, ölümümü yok etmek için ışığı açıyorum. Gölge yok
oluyor. Beliriyor. Daha ışıklı bir yere geçiyorum. Yer değiştiriyor. Kaçıyorum. Kimin daha önce yorulacağını kestiremezsiniz. Ben burada, dört ayağımdan biri kırıkken, biri incinmişken can kartımı damgalatma sırası bekliyorum.
Size prosedürlerden bahsedeyim. Doğduğumuz zamandan itibaren sekiz defa ölümden dönme hakkımız var. Ölümün iştahını kabartıyoruz. Her can verişimizde buraya gelip doğarken bize verilen, üzerinde birden dokuza kadar rakamlar yazılı olan karttan giden can sayımızı işaretletiriz. Dokuzuncu hakkımızı kullandığımızda, ki kullanmış olduğumuzu ancak gözlerimizi simsiyah bir sonsuzlukta açtığımızda anlıyoruz, her şey aynı anda oluyor. Bir tırpan yere vuruluyor. Gözlerimiz kapanıyor. Kart kayboluyor. Gözlerimizi açıyoruz. Bitmiş oluyor. Bunu düşünmek için erken. Çok erken değil. Son şansım. Birazdan sıra bana gelince tiksindirici bir gülümsemeyle, “Demek yine sen,” denecek. Konuşan adeta tısladığı için can kartıma tükürükler püskürtülecek. “KAYBETTİ!” yazılı damga sekiz rakamının üstüne tırnağımı etimden ayırır gibi basılacak. Bir sonraki gelişimde bilincimin kapalı olacağı söylenecek. Açıldıktan sonra kaybetme sebebim sorulmadan geçilmeyecek. Meraklı kedilerin can alma damgacısı da onlardan farklı olmayacak. Sevdamın peşinden gidiyorum, dediğimde tıslamalar artacak
ve kartım baştan sona yalanmış gibi teslim edilecek. Kartı geri aldığım an kırıklarım, ağrılarım, sızılarım hiç olmamış gibi geçecek.
Anlattıkça bir felaketten kıl payı kurtulduğuma pişman olmaya başlıyorum.
Hiçbir evin kabul etmeyeceği bir kediyim. İç bunaltıcı ölçüde gri ve çok bıyıklı. Sekiz defa aynı damdan diğer dama atlamaya çalışırken yirmi sekizinci kattan aşağı düştüm. Ne vardıysa kaderimde, ölemedim de. Sondan bir önceki canımı da verdiğim için masa başı meleğine haber vermek için sıra bekliyorum. Bugün çok kalabalık. Malum ay yaklaştıkça bir canını daha kaybeden kedi sayısı artıyor. Kanı deli akan kediler oradan oraya zıplıyor, sonunu düşünmediği hareketlerde bulunuyor ve soluğu can verme vadisinde alıyor. Ben sekiz canımı da beslediğim aşk yüzünden kaybettim. Yetişkin bir kedi olduğumdan beri, bu hayatımın sadece birinci yılından itibaren başlıyor, sadece onun için yaşıyorum. Bembeyaz, Pamuk diye çağırılmayı son derece hak eden narinlikte bir kediye gönlümü kaptırdım. Onun en az kendisi kadar güzel olan bir erkek istediğini biliyorum. Zımpara gibi dilini, kiraz rengi burnunu değdirerek temizleyeceği yavrularının yangından kurtarılmış kadar kül rengi olmasını isteyeceğini kim söyleyebilir? Kederimden belediyenin sokaklara bıraktığı zehirli mamadan yiyip canıma kıymak gibi bir lüksüm bile yoktu. Onlara dokuz defa denk gelmeliydim. Ben de diğer yolu seçtim. Onun istediği kadar güzel olmayı denedim.
Beyaz derili Ay’ın en tombul yerinden bir ısırık alıp layığınca güzelleşmeliydim. Dolunayın ışığında yuvarlanmam gerekiyordu. Yeryüzündeki çirkin olan hiçbir şeyle henüz karşılaşmamış olan ay ışığında onun hak ettiği tüm parıltılar saklıydı. O ışığa her şeyden daha yakın olmalıydım. Bunun için şehrin en yüksek binasını tespit ettim, yedi can veriş öncesinden söz ediyorum. En yüksek binaya giden alçaktan yükseğe tüm
damları ezberledim. Ondan buna, bundan ötekine atlaya atlaya en yüksekten bir öncekine kadar gelebiliyordum. Hayranlıkla incelenen kemik yapıma, ince olmasına rağmen güçlü olan bacaklarıma, kusursuz denge kurabilmeme, mükemmel esnekliğimi doğuran kürek kemiklerime rağmen.
Hayat bir şeyi vermek istemiyorsa, sizi yirmi sekizinci kattan sekiz defa atma pahasına olsa bile vermiyor işte.
Onu uzaktan izleyip kedigillerin piri olduğuna yeniden inandığım her günün akşamı ay ışığının en yoğun olduğu hâlini beklemekte sabırsızlanıyordum. Havanın açık, ay döngüsünün yeniay gününe denk geliyor olması gerekiyordu. En yüksek dama çıkıp gökyüzündeki yuvarlak peynir diliminin üstümüze serpiştirdiği büyüden nasiplenmeliydim. Gözlerimi dolunaya dikip ışığının kirpiklerimin arasında dolanmasını beklemeliydim. Böylelikle yalnızca derimin yüzeyi değil vücudumun en ücra köşeleri bile güzelleşecekti. Lazım olan tek şeyin cesaret olduğu prezantabl bir kedi olacaktım. Ben tüm canlarımı ya ben gökyüzüne tırmanabileyim ya da Ay yeryüzüne düşsün diye
harcarken boşluktan daha beyaz olan sevgilim, sekiz yavruluk bir doğum gerçekleştirecekti. Beyazın masumiyetle bir ilgisi olmadığını insanlara nasıl anlatabilirim?
Sıra bana geldi.
“Kendini vaşak sanan gri tekir!”
Mübaşir böyle seslenince sıranın bana geldiğini tüm kediler anladı. Herkes kırpık bıyıklı küçük kafalarını bana doğru çevirdi. Topallayarak hesabımı gördürmeye gittim. Kanatları çürümeye başlamış olan meleği her defasında olduğu gibi masa başında buluyorum. Bir eliyle bir şeyler yazıyor. Başını kaldırmadan öteki avucunu açarak bana uzatıyor. Can kartımı almak istediğini biliyorum. Başka şansım yok. Ölüme bir adım daha yaklaşıyorum, bir adım öne giderek kartı veriyorum. Önüne koyup gözlerini üzerime dikiyor.
“Hâlâ bir ısırık alamadın mı Ay’dan,” diyor, naz yapıyor olabileceğini anlatıyorum. Çürümeye başlayan ağzıyla gülüyor. Haklı çıkıyorum. Konuşurken sanki tıslıyor. Sekizinci canımın üstüne kapkara mürekkepli damgayla kaybetti yazıyor. Neleri kaybettiğimi tahmin bile edemeyeceklerini düşünüyorum. Teşekkür etmemi bekleyen ifadeyle yüzüme dönüyor. Bacaklarımdaki iyileşmeyi hissettiğim an kapıya
yöneliyorum. Buradan çıktığım gibi en yüksek binanın damına gitmek üzere ilk adımı atıyorum. Ölüm öfke içinde soluyor. Onunla tanışmama az kaldı. Bugün dolunay var.