Kent içinde yaşayan her insanın hayali değil mi? Bahçeli bir ev, ayakların toprağa, çime basması, bir ağaca sırtını yaslayıp gökyüzünü seyre dalmak. Dalından bir meyve koparıp ağzına atmak.
Havadaki karbon partiküllerinin tehlike sınırı geçtiği zamanlarda, toprağın artık görünmediği beton kentlerin, ufkun önünü kesen gökdelenlerin ortasında, çok katlı ve az katlı evlerin yer aldığı bir sitede müstakil, bahçeli bir ev satın alarak bu hayaline kavuştuğunu sandı Adem.
Evi borçlanarak aldı, şimdi çok çalışarak, çift mesai yaparak borçlarını ödüyor. Olsun, hayali olan cennet bahçesine kavuştu ya. Bütün o hummalı çalışma bu hayale kavuşmak için değil miydi?
Ev var, bahçe var artık erken gelebilirse akşamları, değilse hafta sonları cennet bahçesiyle uğraşarak mahrum kaldığı doğada vakit geçirebilir, bütün o kapalı ofislerde, cam plazalarda çalıştığı yılların acısını çıkartabilirdi. Bundan sonra ayakları toprağa basacak, bahçesinde tavuklar, ördekler, tavşanlar gezecek, diktiği meyve ağaçlarından kopararak meyve yiyebilecek. Ağaçlarının gölgesinde oturup rakısını yudumlayabilecek. Tabi bunun içinde ağaçların büyümesi ve oturacak telaşsız zamanlara sahip olması gerektiğini anlayacak.
Evi aldıktan sonra üç beş yıl göz açıp kapayana dek geçti bile. Diktiği meyve ağaçları büyümeye, meyve vermeye başladı. Her yıl ilave toprak getirip döktürmesi, gübrelerle toprağı takviye etmesi gerekiyordu. Başlarda bahçe işlerinin bu kadar emek yoğun bir çaba olduğunu tahmin etmemişti. En azından diktiği meyve ağaçlarının kendi kendine büyüyeceğini düşünmüştü! Olmuyordu, kendi haline bırakılan tüm meyveler kurtlanıyor, meyve ağaçlarının yaprakları büzüşüyordu. Böceklerle mücadele etmesi gerektiğini anladı ki bu da kimyasal kullanımı anlamına geliyordu. Ama bu kez de özlediği organik gıda hayalinden uzaklaşmış oluyordu. Ah ah, bilseniz gerçek bir organik gıda yaratmak o denli zor ki. Glikofosfat kullanımı mı? Bu kez de ikilem de kalıyor. Tüm o kurtçukları, böcekçikleri, öldürmeli mi? Nerede kaldı doğa severlik? Böceklerin zaten nesli tükeniyor.
Bu bahar geldiğinde yeniden canlanan doğa gibi Adem’in bahçesi de yavaşça uyanırken ilk kez hem bahçeye hem Adem’e her zamankinden farklı bir haller oldu. İşten döndüğü bir akşamdı, batan güneşin kızıllığında, bahçeyi seyrediyordu. Yabanıl çiçeklerin coşkuyla bahçeyi kapladığını fark etti. Daha önce dikkat etmemişti. Böcekler ve rüzgârın doğaya yardım ederek, biyo çeşitliliği sağlayan tohumları zamanla getirip bahçenin türlü çeşit yerlerine tozlanma için konfeti gibi saçtığını tahmin edebiliyordu. Dökülen gübre, bahçenin kendi diktiği yerli bitkilerini coşturduğu gibi dışardan gelen yabanilerini de ayırt etmeden coşkuyla büyütmüştü. Bu yabanlar o denli çılgın, mavi, mor güzel renklere sahip çiçekler açmışlardı ki, kendi diktiği beyaz papatyalarından bile güzel olduğunu hayretle fark etti. Onları söküp atmaya kıyamadığı gibi hayran ve dalgın seyretmeye koyuldu. Daha geçen yıl hummalı bir çalışma ve kararlılık içinde otlarla, çalılarla giriştiği mücadeleyi düşünürken aynı anda bir uğur böceği önündeki çiçeğin ince yapraklarına usulca kondu. Mavi- mor çiçeğin üzerindeki uç uç böceğinin açtığı minik kanatlarının şeffaf, kadife kırmızısı yakut gibi parıldıyordu. Adem onu hayranlıkla setrederken böceğin niçin kendi papatyalarını değil de yabani mavi çiçekleri tercih ettiğini sordu kendine. Ne uğur böceğinin ne de mavi adını taktığı şu çiçeklerin zarar görmesini istemiyordu. Şimdi onların güneşte parlayan yanar döner renklerine bakınca ne kadar da güzel, hatta kendi çiçeklerinden bile güzel olduklarını düşünerek iç geçirdi ve doğayla girdiği mücadelenin anlamsızlığını iliklerine dek hissetti Adem.
Doğa kendi yabani çocuklarını büyütmek istiyordu sadece. Kendisiyse bir İngiliz kraliyet saray bahçesi intizamı kadar olmasa da yine de belli bir düzen, en azından kendi düzeni ve kuralları içinde bir bahçe oluşturmaya çalışıyordu. Bütün insanların da istediği bu değil mi zaten? Adem’in düzeni, iktidar alanı mı, doğanın düzeni mi? Doğayla ikisi arasında aynı toprak için başlamış olan bir rekabet ve güç savaşı içinde olduklarını anladı. İlk kez böyle hissediyordu ve bahçe şu ana kadar göründüğünden daha başka, adeta bir kimlik ve ruh kazanmış gibi geliyordu ona. Gözlerinin yaşarmasına engel olmadı. Doğayla birlikte ikisi, bu toprak parçası için rekabet ediyor, daha doğrusu savaşıyordu. Ademse kendini, haddini bilmeyen aç gözlü bir vahşilikle, güzelim ve masum bir kabilenin üstüne topla tüfekle giden işgal askerleri gibi hissediyordu.
Bu beton kentin ortasındaki cennette, ufacık bir çatlaktan her türlü yaşam formunun hayatta kalmak üzere bu bahçeye sızmak üzere hareket ettiğini anlıyordu Adem. Bu bahçe hem cennet bahçesi hem de bir tür kurtarıcı Nuh’un gemisi olmalıydı. Daha bir ay önce bahçede gördüğü kar kuşu gibi kuşların, arıların, kelebeklerin, kedilerin, köstebeklerin sığınma noktası. Adem’in Habitatı. Daha önce görmediği böcek türlerini, fark etmediği arıları gördü o gün. Bahçeye döşediği doğal taşların ortasındaki yarıktan çıkan minik yoncaları. Bu üreme, yayılma, var olma arzusu o kadar güçlüydü demek. Tüm canlı formları betondan kaçıyor ve toprak arzuluyordu. Asfaltın, betonların, viyadüklerin, köprülerin altına saklanan doğa Adem’in bahçesinden baş veriyordu adeta.
Bu yabanıl, işgalci kabileyi kendi topraklarından sürmekle, onu kendi haline ve yaşam hakkıyla bırakmak ikilemi içinde kararsızla bocaladı. Onu asıl sahiplerinden gasp eden bir işgalciydi o. Elinde tutuğu çapayı umutsuzca yere bıraktı.
Bahçenin içinde gezinmeye devam etti. Sadece doğayla değildi rekabeti, güç savaşı, yaşama savaşı. Evine bitişik nizam yan evin sahibiyle aralarını ayıran duvara doğru ilerledi. Uzanıp yan bahçeye çarçabuk ve belli belirsiz göz attı. Çimlerin üstünde minimal bir bahçe dizaynı kurulmuştu. Az ağaç, az bitki ve çalı, bol yeşil çim. Bu sade bahçe düzeninin arkasında nasıl da bir kıyım olduğunu Adem anlamaz değildi. İki evi ayıran sınırı çizen duvarın üstünden kendi bahçesine uzanmak isteyen güllere acıyarak baktı. Bu güller, yan bahçedeki laboratuvar ortamından kendi bahçesine atlayıp kurtulmak ister gibiydiler.
Adamın bahçesi üniformalı bir ordunun merasim gösterisini andırıyordu. Adem onun gizli bir istihbaratçı asker olduğundan adeta emindi. O sırada teras balkonundan neşeyle çıkan köpeğe çıkıştı evin sahibi adam. “Nextor, çimlerimi mahvettin, gel buraya” Bahçesinin güzelliği, arabasının markası, kıyafetinin markasından farksızdı komşu için. Adem’e selam vererek yarı şaka yarı ciddi çıkıştı. Doğayla yarışmakla bitmiyordu heyhat. Bir güzellik yaratmak çok zahmetliydi. Kendisi bu güzelliği yaratmayı başarmıştı. Bay Adem bahçeyi düzene koymayı düşünmüyor muydu, gübrelerden kötü kokular yükseliyordu, neden tarlaya benzetmişti bahçesini. Şöyle egzotik bir iki palmiye dikemez miydi? Tavuklar tamam da ördek sabah saatlerinde vaklamaya başlıyordu. Canım burası köy müydü? Bütün bunları gülerek anlatıyordu. Adem sinir bozukluğu içinde adama gülümsemek zorunda kalıyordu. Nextor’un havlamalarından hiç söz etmedi. Doğayla yarışması adildi, ya bu kalantorla yarışması diye düşündü. Adam tüm gününü emri altına aldığı askerleri olan bahçesi ve köpeği karşısında onlara anlamsız ve saldırgan emirler yağdırarak geçiriyordu. Hayır, Adem bahçesine boyun eğdirmeyecekti, zavallı yan bahçe diye düşündü. Kalantor komşu, bahçesindeki kıyımın, hiçliğin güzelliğiyle övünüyordu. Adem zavallı Nextor’a bir kez daha acıyarak baktı, karar vermişlerin huzuru içinde adama vurdumduymazlıkla sırtını dönüp sırıtarak uzaklaştı. Bahçesine, köpeğine, çevresine kötü bu adam, önemsiz addettiği Adem’in kendi karşısında ilk kez büyüyen varlığıyla şaşkın, farklı görünen, kendinden emin insanların kararlılığıyla dikleşen duruşuna sabitlediği bakışlarıyla arkasından bakakaldı. Adem uzaklaşırken Nextor ona destek havlamaları gönderiyordu.
Adem o gece rüyasında kendini emekli askerin bahçesine girmiş bir köstebek olarak gördü. Alttan girdi, üstten çıktı. Bahçeyi delik deşik içinde kazıp bıraktıktan sonra Nextor’un tasmasını çıkarıp onu özgürlüğüne gönderdi.
Ertesi gün bahçede mangal keyfi yapmak üzere arkadaşları olan iki çifti yemeğe çağırmışlardı Olanlar o gece oldu. Sebze mangalları yenildi. Doğru tahmin ettiniz o gün Adem hakka ermiş, bir doğa çocuğu olarak vegan olmaya karar vermişti. Onca güzel meze ve sebze yemeği karşısında belki de yiyemedikleri kuzu etinin hırsıyla tatmin olmamış haldeki misafirlerin salvoları erkenden başladı. Onu niye dikmedin, bunu niye diktin sorularıyla saldırıyorlardı. “Ceviz i yakın dikmişsin.” “Ah öyle mi?” “Evet, ceviz zehirli bir kimyasal salar, yatak odana yakın olmamalı.” “Hem madem ceviz vermiyor, kessene onu.” “Kesmek mi, gölgesi yeter.” “İnciri yakın dikmişsin eve, olur mu canım, incir kökü eve yürür, çok yakın dikmişsin.” “Ama bu tavuklar bahçeyi mahveder, hem kümes kokmaz mı?”
Şu duvarın dibine niçin bu çiçekleri ektiniz. Falanca yere neden filanca çiçeği ekmediniz. A, bu ot siz de yok mu? Niçin dikmediniz, çok yararlı? Misafirler bırakınca karısı soruyor, biz dikmedik mi? Bunu niçin diktik, ya da bunu niçin dikmedik? Neden buraya, ya da oraya, Adem gülümsedi. Eğer bir ressam olsaydım, bahçe büyüklüğünde bir tuvale doğa resmi yapıyor olsam, izleyenler gelip de buraya neden o ağacı ya da şuraya bu çalıyı boyadın diye sorar mıydı, diye gülümsedi. Aslında hepsine birden yeter demek istiyordu. Komşuya, misafirlere, karısına, yoldan geçenlere, bahçıvana… Nextor ve tavuklar ondan yanaydı sade. ”Bu benim resmim, benim bahçem, benim. Hayır, benim bile değil. Doğanın. Ben onun eliyim. Bana ne yapacağımı siz değil o söylüyor. Bir renk kombinasyonu, ya da düzenleme yapmak istemiyorum ki ben. Bu onun bahçesi benim değil! Bahçeyi kendi haline bırakıyor, doğaya teslim oluyorum, onu ve beni rahat bırakın.” Bunu arkadaşlarına ve eşine söylemedi.
Misafirler Adem’e acıyarak bakmakla yetindiler. Adem bir şey söylemedi, aklından geçirdi, içkileri tazelemeye mutfağa gidince eşi arkadaşlarına dert yandı. Adem’in bahçesiyle ilişkisi saplantılı bir hal almaya başlamıştı. Üstelik bahçenin de hali ortadaydı. Yabani bitkiler yayılmaya başlamıştı. İşinde çok çalışıyor, huzur bulmak için uğraştığı bahçesinde de bir türlü rahatlayamıyordu. Neler olduğunu anlamıyorum dedi kadın. “Uykusuz kalıp, gece yarılarına kadar ağaçlarıyla, tavuklarıyla kendi kendine konuşuyor. Geçenlerde sizi asla kestirmem diye tavuğa yemin ettiğini duydum. Başka bir gece yarısı da uykusundan uyanmış, açmakta olan bir gül goncasına bakarken yakaladım onu.” O gece misafirler ve karısının aşağılayan bakışları Adem’in kararlılığını daha da büyüttü.
Daha sonraki günlerde Adem ağır bir gribe yakalandı. Bahçesinden uzak kaldı. Tam bir hafta ateş içinde baygın, yataktan çıkamadı. Sonunda ateşli kabuslarından uyanıp ayağa kalkabildiği ilk gün, dışarı çıktı. Bahçede tüm yüzey kıyılıp biçilmiş, boynu vurulmuş mavi morlar yerlere saçılmış, yatıyordu. Acıyla inledi. Karısı yanına gelip gururla gülümsedi. “Sen hastayken bahçıvana biçtirdim. Tüm bahçeyi yabani otlardan, çer çöpten temizledik. Nasıl güzel olmuş mu?”