Onu arkadaşımın ısrarıyla gittiğim kozmetik ürünlerin tanıtım toplantısında görmüştüm. Üyesi olduğu firmanın ürünlerini büyük bir inanmışlıkla, kendinden geçerek anlatıyordu. Öylesine ciddi ve istekliydi ki bilimsel kongrede bildiri sunan akademisyen sanırdınız. Doğrusu herkesin yapamayacağı bir iş. Elindekini birilerinin alması için böylesine dil dökmek…

Sokakta karşılaştığımızda bu tanışıklığa dayanarak yalnızca selamlaşıyorduk. Daha sonra ayak üstü “Nasılsınız?” la başlayan konuşmalarımıza yeni çıkan bir ürünün vazgeçilmez yararları ekleniyordu. Hastalığıma tanı koyacak bir doktor gibi beni süzüyor:

“Yüzünüz çok kuru, derinizi nemlendirmelisiniz, çok özel bir kremim var, ya da “Göz altı torbalarınız artmış, bu sağlık sorunu olabilir, ihmal etmemelisiniz.” Daha birçok problemi söyleyip canımdan bıktırıyordu beni. Bazen söylediklerinin gerçeklik payı var mı diye eve gidince aynaya bakıp kendimi inceler olmuştum. Usta bir söz cambazıydı, inandırıcı olmak için verdiği bilgiler, ufak tefek tanıtım örnekleriyle beni ürünlerinin kullanıcısı, hatta o firmanın üyesi yapmaya çalışıyordu.

Bu tür yönlendirmeleri sevmem. Ayak üstü yaptığı tanıtımlar sinirime dokunuyor, yine de ona kesin tavır koyamıyordum. Zaman ilerledikçe aramızdaki ‘siz,’ ‘sen’ oldu, çay bahçesinde bir şeyler içme daveti almaya başladım. Sıcak davranışları karşısında bütün sınır koyma isteğime karşın başarısız oluyordum. O ise edindiği bu uğraşta karşısındakini bıktıracak kadar inatçıydı.

Uzun zaman görüşmedik. Hiçbir zaman sattıklarından almadım. Onun görevi pazarlamak, benim görevimse tüketimi körükleyen, akıl çeldiren bu piyasa oyununa gelmemekti.

Dar gelirli insanların da içinde olduğu bir izleyici kitlesine Allah’ın günü ağzını yaya yaya “Pırlanta her kadının hakkıdır,” diyen güzel kadına nasıl öfkeleniyorsam, o kadar olmasa bile ona da kızıyordum. Belki yanlıştı, ama bu da benim düşüncemdi.

Aylar sonra kitap fuarında karşılaştık. İlk kitabımı çıkartmanın sevinci içinde yayınevimin standında imza için okurları beklerken birden önümde belirdi.

“Oo, sen de mi kitap yazdın? Ben de C- 25’te kitabımı imzalıyorum, beklerim,” dedi.

Şaşırdım, böyle bir yönü olduğunu bilmiyordum. Daha doğrusu bende bıraktığı izlenim bu edime yakışmıyordu. Bildiğim, eşi ölünce kendine kozmetik ürünler pazarlama işi bulmuş, ağzı laf yapan, yeterli eğitimi olmayan inatçı bir kadın olduğuydu.

“Oo sen de mi kitap yazdın?” derken ki şaşkınlığı, beni böyle bir duruma yakıştırmıyor gibiydi. Belki de pazarladığı ürünlere göstermediğim ilginin intikamını beni kitap yazan birine benzetmemekle alıyordu.

Kitabımı eline alıp şöyle bir yarım göz attı, yerine koydu.

“Al işte!” diyordu sanki “Sen o kremi, şampuanı almadın, sana uzattığım parfümü bir kez olsun koklamadın, güneş losyonuna burun büktün. Bu da sana ders olsun. Gör bakalım nasıl oluyormuş birinin yaptığına ilgi göstermemek.”

Dimdik yürüyerek yanımdan uzaklaştı. Arkasından bakarken ben de onun kadar şaşkın, biraz da öfkeliydim. Beni ayak üstü küçümsemiş, havasını atıp gitmişti. Sonra o ne yazabilirdi ki? Kitap yazmak ürün pazarlamaya benzer miydi? Bu nasıl bir cesaretti?

Fuarda yayınevlerini görmek, birkaç kitap almak için gezinirken C-25 in önünde buldum kendimi. Yanındakilere ısrar ve istekle kitabını övüyordu. Bu tavrı hiç yabancı değildi. Beni görünce bir sevinç geçti yüzünden. Oturduğu yerden kalkmadan gururla kitabını gösterip

“Senin için imzalıyorum. Para istemez, sen de kitabını verirsin ödeşiriz. Yalnız, hemen okumanı, düşüncelerini söylemeni istiyorum ona göre.”

Yeni bir dayatma ile karşı karşıyaydım. Yine yönlendiriyordu. Hemen okumalı, düşüncemi söylemeliydim. Büyük olasılıkla da beğenmeliydim. Çünkü o böyle istiyordu.

Kitabı imzalarken zafer kazanmış bir komutan gibiydi. Belki de ben öyle hissediyordum, şartlanmıştım bir kez tavırlarının başatlığına. Onunla ilgili içimden geçenler duygularıma hep olumsuz sinyaller gönderiyordu. Çelişkilerim çarpışıp duruyordu. Zaman zaman bu rahatsızlığımı eleştirmiyor değildim. “Fazla büyütüyorsun,” dediğim oluyordu ama beynim beni dinlemiyordu.

Başarmıştı, yaptığını önemsemeyen, uzak duran bana, kitabını vererek başarmıştı, yenmişti beni. “Duş jeli kullanmıyorum,” diyebilirdim, ama kitap okumam deme şansım yoktu. Sanki, “Oh diyordu, bu kez yakaladım seni.”

Bir gün oturduğumuz arkadaş grubuna davetsiz giriş yapıp, kitabının imzası için birçok yere gittiğinden, yakında ikinci baskısının çıkacağından, yurt dışından da davet aldığından bahsetti. Kitabını övdükçe övdü. O gün, unutmaya çalıştığım olumsuz düşüncelerim yine depreşmiş “Şimdi de kitap pazarlıyor,” diye geçirmiştim içimden.

Kendisi elime uzatmasa edinmeyi düşünmediğim bu kitabı, ona göre alır almaz okumalıydım. Yapmadım. Çünkü abartılı övgüleri, beni uzaklaştırmıştı kitaptan. Birkaç kez rastlaştık merak içinde “Okudun mu?” dedi.

“Fırsat bulamadım,” derken yalan söylüyordum. Doğrusu okumak istemediğimdi.

Kitabını kalp krizi geçirip öldüğünü öğrendikten hemen sonra okudum. Ondan kalan buruk bir acıyla, utanarak. Kendime kızarak…

Ah önyargılar! Yanıldığını anlayınca duyulan pişmanlıklar! İnsanın yüreğinde bir kozanın içine saklanır gibi yerleşen bir daha hiç çıkmayan pişmanlıklar…

Yazın tarihine geçecek bir yapıt değildi, ama düşündüğümden iyi, hor görülmeyi hiç hak etmeyen bir kitap vardı elimde.  Her çocuğun yüreğinde yer eden anılarıyla ulaşmıştı bana. Yaşadıklarını, köyünü, ailesini, kardeşlerini, göç serüvenlerini yazmıştı. İçtendi, yapmacıksızdı, zaman zaman ince bir hüznü çok güzel yakalamıştı. Yanlışı yoktu. Beni şaşırtmıştı. Kitabı bitirdiğimde ondaki başarma azmini, özgüveninin nedenini yazdıklarında yakaladım. Yaşadığı güçlüklerdi onu böylesine dik durduran. İstediğini başarmıştı işte.

Bu kez keşkelerim depreşti. O yaşarken kitabını okuyup düşüncelerimi paylaşsam, beğendiğimi söyleseydim onu mutlu edecektim, duyduğum bu pişmanlığı da duymayacaktım.

Önyargılar, yanıldığını anladığında insanı en çok yaralayan davranışlardır.

Ondan eğitimliydim, ama onun gibi atak değildim. Kendini irdeleyen, yanlış yapmaktan aşırı çekinen, yaptığını abartmayı sevmeyen biri olmam onun suçu değildi ki. Belki bilinç altımın ona bu başarıyı yakıştırmayışında, dışa vuramadığım onun gibi olamayışın kıskançlığı vardı. Aşırı güveni, toplum içindeki rahatlığı bana neden dokunuyordu ki? Ben kimdim, alçakgönüllülüğü ilke edinirken bu kibir, kendini beğenmişlik de neydi? İşte eğitimli oluşuma sekte vuran bir düşünce; toplumda hiç eğitim almadan çok başarılı olabilenleri nasıl yadsıyabilmiştim? Düşündükçe pişmanlıklarıma yeni keşkeler ekledim. Giderek tortulanıp büyüdü huzursuzluğum.

Ölmeden yazdıklarını okusaydım neler söylerdim diye düşündüm? Şimdi yazsam, ruh denen O soyut bilinmeze ulaşabilir miydim? Kendimi temize çekebilir miydim? Sonunda söylemediklerimi yazmaya karar verdim.

*

“Kitabını okudum sevgili S. Bağışla beni. Önyargım, senin güzel şeyler yazamayacağını düşündürtmüştü bana. Zaman zaman köylü bir ailenin kızı olduğunu cümlelerinin arasına serpiştirmen yaşamındaki başarı öyküsü vurgulamak içindi değil mi?

Göç sırasında annesinin elini bırakıp kalabalıkta kaybolan çocuğu, onu bulamayınca delilere dönen anneyi, ben senin kadar güzel anlatamazdım.

Toprak zeminde yalınayak yürüyen, gaz lambasının ışığında alfabeyi çözmeye çalışan o küçük sarı kızın saçlarını okşattın bana.

Verem salgınında ölen genç kızların, gelinlerin, çocukların cenazelerine katıldım. Çaresiz anneleri, salgını, yokluğu, hayal kırıklıklarını seninle yaşadım.

Eğitimsiz bir baba sana böylesine güvenli olmayı nasıl öğretti? Keşke o da sarı kızını, yazdığı kitabı imzalarken görse, onunla gurur duyabilseydi.

Düşündüklerimin hepsini yazsam bana verdiğin kitap kadar oylumlu olurdu. Ne olur sen benim gibi yapma, oku senin için yazdıklarımı. Adı Pişmanlık olsun…