Mide rahatsızlıklarım genellikle iş yaşamımın-iş yaşanmamışlığımın- eseridir.
Çalışmak zorunda kaldığım işlerin pek çoğunu sevmedim. Sevdiklerimin de
başlamasıyla bitmesi bir oldu.
İş görüşmeleri kâbusumdu. Görüşmeye değil de yargılanmaya gidiyormuş gibi
olurdum.
Bana ağır gelen, başvuru sahibi olarak bizim, seçilecek tarafta olmamızdı. Kim ister
küfenin dibinde kalan çürük domates olmayı.
İşsizlik dönemlerimde -ki çok olmuştur- ortalama 30-40 başvuru yapardım. Hatta kimi
zaman, bu çoklukta, acaba daha önce görüştüğüm firmalar oldu mu, kararsızlığına
düştüğüm bile oldu.
Yargılanmaya gidiyormuşum gibi demek belki biraz abartılı olabilir ama,
görüşmelerdeki soğuk ve yapmacık nezaketi iliklerimde duydum hep.
“Başladı işte pörtlek gözleriyle CV’mi kurcalamaya. Sol elindeki marka tükenmez
kalemi, ekseni etrafında fırlatıp fırlatıp tutuyor. Bu minik jonklörlüğü geliştirmeye çok
vakit ayırmış belli. Ayı pençesi eliyle nasıl beceriyor hayret!
Kendi iç sesimden başka ses yok! O da gümbür gümbür konuşuyor!
“Eveeet” diyor içini çekerek; “CV değil de CV’imsi bir şey olmuş.”
“Ama hâkim bey” diyecek oluyorum, sesim çıkmıyor. Dudaklarımdaki bıkkın
gülümseme donuklaşıyor. Midemde kelebekler cenk etmeye başlıyor. Uzatmasa bari,
diyorum içimden.
Benim gibi belli bir mesleği olmayanların, kendilerini yakın hissettiği, değişken
pozisyon işleri vardır. Mesela ben, kendimi yayıncılık alanına yakın hissederdim.
Hani ne bileyim, kâğıtlar, kalemler arasında olmayı severdim. Bardakta dönen çay
kaşığının şıkırtıları… Kâğıt… ne de olsa doğal malzeme, ağaçtan. Kalem de
odundan… Gel gör ki, bunlar da azaldı artık. Bilgisayar başına tüneyerek, kâğıtsız
kalemsiz, madeni bir tadın sindiği kâğıt bardaklarda bayat makine çayları… Evet, ne
diyordum; her görüşmeye daha kapsamlı hazırlanarak gidiyordum.
Bu defa bomba gibi CV koydum önüne. Ne eksik bulabilir ki?
Eli yüzü düzgün… Hem entelektüel, hem yakışıklı, hem çekici olunabilir, der gibi bir
hali var. Uzun bir hayranlık “Oooo”su çıkıyor ağzından; “nitelikleriniz sizi geçmiş.”
Kelebeklerim ve ben erken bir sevinç içindeyiz. Şeytanın bacağını kırdık mı ne!
“Size radyasyonlu bir çayın tanıtımını yapın desek, yapar mısınız?” diye bir soru
yöneltiyor aniden. Sorudaki tuzağı kestirmeye çalışıyorum; saniyelerin tik takları
beynime tokmak gibi inip kalkıyor, alt benliğimdeki ilkel ses, lan bu herif ne bok
yemeye çalışıyor diye avazlanıyor. İşin niteliği beni ilgilendirmez, ben bana verilen işi
yaparım desem, Aferin kızım sen bu yolda devam et, bu kadar insanlıktan çıkmış
elemanla çalışamayız, derse ve benim borca haciz gelirse?! Yapamam desem…
Bunların elinde bir çay firması var anlaşılan. Kötü kalite. Merdiven altı üretim mi nedir
bu, anlayamadım ki… En iyisi şaşkına yatmak, suratına bön bön bakayım olsun
bitsin.
“Eveeet, ne diyorsunuz?” diyor savunma bekleyen hâkim edasıyla.
“Şimdi” diye yavaşça söze girecek oluyorum, kesiyor,
“Evet mi, hayır mı?”
Ama sayın hâkim, diyecek oluyorum, tak diye tokmağını yani kalemini vuruyor
masaya:
“Bakın iş yaşamı kararsızlık kaldırmaz!”
Kelebeklerim ve ben köpürmüş durumdayız. Köpük köpük öfke püskürüyor içimden.
Yine böyle bir görüşme öncesindeydim. Kelebeklerim larvalarının içinde kımıl kımıllar
henüz. CV. iyi, araya tanıdık da koyduk. Çay da güzeldi. Tam rehavete kapılacaktım
ki,
“İşe alımlardan ben sorumlu değilim. Ortağım karar veriyor. CV.’nizi ileteceğim,
tanıştığımıza çok memnun oldum. Sıdıka Hanım’a çok selamlarımı iletin lütfen.”
Ama sayın hâkim diyeceğim, diyemiyorum. Benim larvalar kelebeğe dönüşmüş
çoktan. Öyle bir kanatlanıyorlar ki, çıkardıkları toz ve uğultu ağzımda ekşi bir
tükürüğe dönüşüyor. Birazdan çarpıntı da başlar. Daha işe başlamadan işten
kovulmak. İşsizken daha da işsiz olmak… İşsizliğe, umutsuzluğu da boca
edivermek… Yerin en diplerinde bir yerlerdeyim. Karanlık ve rutubet her tarafım.
Yüzüme volkandan fışkıran korlar yapışıp kalıyor. Oradan sıcak çamur olarak
kalbime doluyor.
Kim bilir kaçıncı iş görüşmesinden birindeydim. Bu kez çok istekliyim. İyice
asılacağım. Kendime güvenim çok yüksek. Yaşı yaşıma, boyu boyuma, huyu huyuma
bir eş buldum sanki. Tam bana göre bir iş: Bir kültür sanat kurumunun etkinlik
broşürlerinin yazılması, hazırlanması. Benim için çocuk oyuncağı. Kelebeklerim
haz’rolda bekliyorlar. Sıcak bir sohbet oluşmadı ancak beklentilerini fazlasıyla
karşılayacak bilgi birikimi ve deneyime sahip olduğum, verdiğim cevaplardan
anlaşılmış olmalı. Sohbetin soğuk, dakik, ölçülü, mekanik adeta bir laboratuvar ortamı
şartlarında geçmesinden anlamalıydım bir şeylerin ters gittiğini. Beni şok eden soru,
kendimi işe alınmaya en yakın hissettiğim o görüşmede geldi.
“Herhangi bir enstrüman çalıyor musunuz?”
Dünyanın bütün müzikleri susmuş olmalıydı o an. Karşımdaki – hâkim beysürdürüyordu
sözlerini. Yarım yamalak duyuyordum söylenenleri ya da anlıyordum:
Arada sırada klasik müzik etkinlikleri broşürleri de hazırlanıyordu. Müzik bilmenin,
enstrüman çalmanın iş yaşamına katkıları…
Hem çalarım hem oynarım, başka arzunuz, diyemiyordum. Notalara dökülemeyecek,
tuvallere aktarılamayacak, tiyatrolarda sahnelenemeyecek, edebiyatta satırlara
dökülemeyecek bir sessizlik vardı o an. Beethoven, Mozart, Korsakof, Çaykovski,
Orhan Gencebay… dünyanın bütün müzisyenleri ve sayın hâkimleri neredesiniz?!
Karşımdaki, enstrüman çalmanın, iş yaşamındaki zorlukları aşma konusundaki
kolaylıkları üzerine söylev çekmeyi sürdürüyordu.
“Haklısınız sayın hâkim” dedim o gün…
İşte bendeki müzik aşkı böyle başladı. En zorundan başlayayım, olmuşken tam
olsun, diye düşündüm. Elden düşme bir klarnet aldım. Uzun süre boşuna üfledim. Hiç
ses çıkaramadığım için komşular rahatsız olmadı. Islık çalamayan ben, iyi bir
klarnetçi olma yolunda inatla ve hevesle ilerliyorum. Bozuk akortla da olsa, zaman
zaman notaları atlasam da, iyi kötü sepet havasını çalmayı öğrendim. Aksak köstek
iş yaşamımdan sonra, işte emeklilik günlerim böyle geçiyor.