Kafamın içinde tamtamlar çalıyor… Ağzım kupkuru. Gözlerimi açmayı deniyorum, ışık canımı acıtıyor, hemen kapatıyorum. Boşlukta gibiyim, huzursuzum, kötü bir rüyanın etkisindeyim sanki… Göğsümde bir ıslaklık hissediyorum, elimle yokluyorum, bir anlam veremiyorum önce, sonra oğlumu emzirme saatim olduğu aklıma geliyor, doğruluyorum yerimden. Salondayım, koltukta sızmışım. Ayağa kalkıyorum, baş dönmeme aldırmadan çocuğumun odasına yürüyorum, yatak boş! Birden kafamın içindeki bütün sesler duruyor, zaman duruyor. Yatağın boşluğunda yok oluyorum. Derken önce fısıltı halinde, sonra giderek artan bir ses durmadan tekrarlıyor “Sen dün gece oğlundan vazgeçtin. Sen- dün ge-ce oğ-lun-dan vaz-geç-tin. Sen dün ge-ce…” Bağıra bağıra, salya sümük ağlamaya başlıyorum… Sadece Murat için değil, yıllar önce ölen oğlum için de, onunla birlikte gömdüğüm geçmişim için de ağlıyorum… Dün gece yavaş yavaş canlanıyor gözümde. Halil geleceğini söyleyince hevesle hazırlanmış, Murat’ı yıkayıp doyurup giydirmiştim. Saliha Abla yemekleri hazırlamış, sofrayı kurmuştu. Kapıyı oğlumla birlikte açtık babasına. Kısa bir süre sevdi ve bizi yalnız bırakmasını söyleyerek Saliha Abla’ya verdi. Dalgındı, düşünceliydi. Lafı hiç dolandırmadı, Murat’ı benden almak istediğini söyledi, karısı zaten biliyormuş ve ona annelik yapmaya hazırmış. Altı ay süt vermem yeterliymiş. O çok iyi şartlarda yetiştirilecek, iyi okullarda okuyacak, saygın bir insan olacakmış. Bencil düşünüp onun geleceğini karartmamalıymışım. Hem zaten benim yaşantım belliymiş, itiraz edersem yasal yollardan da elimden alabilirmiş… Konuşma ne kadar sürdü, ben hangi ara evet dedim, o hangi ara Saliha Abla ve Murat’la evden ayrıldı hatırlamıyorum. Sonrasında ne kadar içtiğimi de…
Nasıl bir kadınım ben? Nasıl bir insanım? Kimim?
(Sen kim misin? Çok uzun süredir benimle yaşıyorsun. Gittiğim her yere geliyorsun. Bazen senin gözlerinle bakıyorum etrafıma, bazen de seni görüyorum baktığım yerlerde… İlgiyle izliyorum her hareketini.)
Banyodayım, aynadaki bakışlarıma takılıyor gözlerim.
Yıllar önce babamla yaptığım bir yolculuk geliyor aklıma. Uzak diyarlarda yaşayan babaannemin yanına gidiyoruz, uzun bir yolculuk bu. Beş yaşlarındayım. Otobüsteyiz, en ön sırada oturuyoruz, ben sabırsızım. Durmadan ne kadar yolumuz kaldı diye soruyorum. Uyumamı söylüyor babam, yol daha çabuk bitermiş. Yaslanıyorum babama, içimden kendime ninniler söylerken uyuyakalıyorum. Acı bir fren sesi ve çığlıklarla uyanıyorum. Babam sıkı sıkı tutmuş beni, gözüm yola takılıyor, beyaz bir tavşan hızla kaçıyor… Gözlerini görsem herhalde böyle bakardı… Böyle yalnız, böyle çaresiz, böyle ürkmüş…
Babaannem o uzak diyarda, nerdeyse tamamen yaşlı insanların yaşadığı küçük köyde, uzun yıllardır yalnız yaşıyordu. Çok yaşlıydı, çok mutsuzdu, çok hastaydı… Ertesi gün babam beni bırakıp yeni karısının yanına döndü. Annem hasta yatağındayken bize börekler taşımaya başlayan komşu apartmanın kapıcısının kızıydı yeni karısı. Babasıyla iyi arkadaştılar, sanırım yaşı geçkin kızını babamla evlenmeye o teşvik etmişti. Evleneceklerini bana açıklarken, “Sana annelik edecek biri lâzım bize!” demişti babam ama evlendikten bir kaç ay sonra nedense babaannemin yanında daha mutlu olacağıma karar vermişti. Söz hakkım yoktu…
Uzun, sıkıcı yıllar geçirdim o küçük köyde. Kısa zamanda büyümek zorunda kaldım, babaannem bana bakacakken ben ona bakmak zorunda kaldım, yeri geldi doyurdum, yeri geldi banyo yaptırdım, yeri geldi altını temizledim. Taşımalı eğitim sistemine göre, en yakın öğretim merkezinde ilkokulu bitirdim. Sonra ortaokul yılları… Gelişip serpildiğim yıllar, üstüme kirli, arsız bakışların toplandığı, sahipsiz, korunmasız yıllar… Taciz, tecavüz, hamilelik, zoraki evlilik…
(Gazetelerin üçüncü sayfalarında rastladım sana ilk kez. Seni yaşadığın köyden okuduğun kasabaya taşıyan servisin şoförü… Tesadüfen ortaya çıkmış hamile olduğun. Babaannen üzüntüden kalp krizi geçirip ölmüş. Mahkemede senin rızan olduğunu söylemişler. Psikolojin de bozulmamış hem. Servis şoförü seninle evlenmeyi kabul etmiş. Baban mesele halloldu diye mutlu olmuş. Kimse hapse falan girmemiş.)
Günde üç öğün dayak yediğim o evden kaçtığımda geride bir sürü kötülük ve sadece üç yıl yaşayan oğlumun mezarını bırakmıştım. Henüz on sekiz yaşında bile değildim İstanbul’a geldiğimde. Adresim Beyoğlu civarındaki pavyonlar, gece kulüpleri oldu, önce kaçak çalıştım, sonrası kolay oldu…
(İstanbul otuz dokuz ilçesi, yedi yüz seksen iki mahallesi, sayısız caddesi ve sokağı olan koca şehir. Beyoğlu o ilçelerden biri, İstiklâl Caddesi ise hem İstanbul’un hem Beyoğlu’nun kalbi. Milyonlara ev sahipliği yapmış giderek Asyalı yanı ağır basan yarı Asyalı, yarı Avrupalı şehir. İstiklal caddesi yıllarca İstanbul’un örneklemi olarak görülmüş, şimdilerde daha çok Ortadoğu’nun özeti olsa da… Özgürlük, kavga, yankesicilik, uyuşturucu, içki, sanat, ticaret, müzik, aşk, parfüm, ter ve idrar kokusu, moda, yoksulluk, zenginlik, güzellik, çirkinlik… Ne ararsan orda… Her meslekten insan orada, alıcısı, satıcısı orada, avı, avcısı orada… Ve seninle karşılaştık günlerden bir gün İstiklâl’de, üstünde ışıltılı ucuz bir elbise vardı, yüzüne sıvadığın o korkunç boyalar bile seni çirkinleştirememişti. Çok güzeldin, göz göze gelmesek, bakışlarını görmesem, çok genç olduğunu da söyleyebilirdim. Tenin yirmi beşimde ancayım derken bakışların, en az yetmiş yaşındayım diyordu. İki kadın bir erkek gülerek önümden geçip daldınız karanlık sokaklara…)
Sesimin güzelliğini de, kendimin güzelliğini de bu şehirde fark ettim. Sesimi, güzelliğimi satmayı da bu şehirde öğrendim. Karşılıksız hiç bir şey yok bu şehirde. Kadını, erkeğiyle benim gibi nice insan barınıyor burada. Kuralları acımasız, ya ayak uyduracaksın ya yok olacaksın. Ben ayak uydurdum. İlk senem ortamı, insanları tanımakla, giyinmeyi, süslenmeyi öğrenmekle geçti. Etrafımda sırtımdan para kazanmaya hazır insanlar türedi ama onlar sayesinde daha kaliteli yerlerde iş buldum, korundum, yeni insanlar tanıdım. Dedim ya al gülüm, ver gülüm… Sonra Halil çıktı karşıma, her gece gelip ön sıradan izlemeye başladı programı, yanında hazır ol duruşunda bekleyen adamları vardı, ben sahneden ayrılınca çekip gidiyordu. Bazen çok dalgın oluyordu, bazen gözleri gülüyordu. Yakışıklıydı, iyi giyiniyordu, bol bahşiş veriyordu. Hani dedim bir çıkış kapısı olabilir mi acaba? Ben yanaştım ona, selam verdim, göz kırptım, öpücük yolladım, cilve yaptım… Parmağında yüzük vardı, hiç umurumda olmadı. Tek gezdiğine göre evi cazibesini kaybetmiş demekti… Çok sürmedi, önceleri haftanın her gecesi kısıtlı saatler, sonra haftada iki üç… On beş günde bir aramaya başlayınca verdim kararımı. Karısının çocuğu olmadığından yakınan o değil miydi? Onu seviyordu ama ailesi bir çocuk için sabırsızlanıyordu, hoş kendisi de istiyordu bunu ama karısından boşanıp yeni bir evlilik yapacak kadar değil. Sık sık konuştuğumuz bir mevzuydu bu. Ona sormadım tabii benden çocuk ister mi diye!
(Dün gece rüyamda gördüm seni. Senle yatıp senle kalkıyorum artık… Sen beni çok şaşırtıyorsun. İstanbul seni hiç korkutmadı. Uyum sağlama yeteneğine hayran kaldım. Ağlayıp zırlamadın hiç. Hayatta kalma içgüdün hemen harekete geçti ve kendi bildiğince çıkış yolları aramaya başladın…)
Hamileliğimin dördüncü ayında söyledim ona. Birkaç gün yok oldu ortalıktan. Sonra bir adamı geldi eve, eli kolu paket dolu, giyecek, yiyecek, bir tomar da para bıraktı…”Halil Abimin selamı var” dedi ve gitti. Akşam işime son verildiğini öğrendim, bana abilik yapan Sedat aniden ortadan kayboldu, en yakın arkadaşıma bile bir daha ulaşamadım… Ertesi gün benimle ilgilenmek üzere Saliha Abla geldi evime. Artık ne yiyeceğime, nereye gideceğime, doktor kontrolüme hep o karar veriyordu. Şikâyetçi miydim? Pek değil, iyi bakılıyordum, bir dediğim iki edilmiyordu aslında. Daha önce hiç tatmadığım bir konfora kavuşmuştum. Bazen ilk oğlum ve ona hamile olduğum günler aklıma geliyordu. “Şartlar değişti artık!” diyordum kendime, “hayat bana borcunu ödüyor.” İlk kez biri beni böylesine düşünüyor ve önemsiyordu. Şu bebek bir doğsun hele, kontrolü ele geçirirdim… Kim bilir belki karısını boşar beni alırdı nikâhına.
(Ah be Nefes! Av olmakla avlanmak arasında gidip geldin sürekli. Bazen av, bazen avcı oldun birçoğumuz gibi… Şimdi ne yapacaksın? Bekliyorum merakla…)
Odama gittim, aceleyle üstümü başımı giyindim. Çantamdan para aldım. Evin önünden bir taksiye bindim. Annem, babam, üvey annem, iki oğlum, babaannem, kocam, Halil, Saliha Abla, öğretmenlerim, hayatıma bir şekilde giren herkes doluştu benimle birlikte taksiye. “Boğaza gidiyoruz” dedim, “köprüye…”
(Özellikle mi seçmiştin o rengi bilmiyorum, kırmızı bir noktaydın köprünün üstünde, bir an göründün kameralarda, sonra hiçlik kapladı her yeri.)