Önce hangimiz görürse, diğerlerini büyük bir heyecan ve telaşla çağırırdık. Öyle ya; her zaman da göremezdik ve gördüğümüzde bir koşturmaca, gürültü kıyamet kopardı evde. Büyükler ses etmezlerdi bu çılgın halimize; sebebinin Gemi olduğunu bilirlerdi. Oysa onun her hafta oradan geçtiğini biliyorduk. Her hafta, gökle denizin birleştiği çizginin üzerinde – onun ufuk çizgisi olduğunu henüz bilmiyordum – süzülerek giderken, denizle birlikte ovaya doğru nasıl devrilmediğine şaşardım. Abim ve ablam bu korkumu asla anlamazlardı. Ben de onların nasıl anlamadıklarını anlamazdım.
Kıvrılarak denize ulaştığı yerde çay, ovayı ikiye bölerdi. Onun her iki yanındaki düzlükler, yumuşak bir eğimle tepelere tırmanıp batıdan ve doğudan denizi çerçevelerdi. Bizim mutfağın penceresinden gördüğümüz deniz bu kadarcıktı! Ufuk çizgisi, bu yamaçların tepesinden nerdeyse bir parmak aşağıda, – kendi parmağımla pencere camında ölçüyordum aklım sıra – ama ovanın bir hayli yükseğinden geçiyordu. O, kocaman deniz yüksekte, ha döküldü ha dökülecek gibi dururdu. Ama o devasa su kütlesi bir türlü ovanın üzerine yürümez, evimizin altına kadar mavi sularıyla doldurmazdı. Öyle ya, denizin üst seviyesi yanındaki tepeler kadar yüksek ve ova o kadar aşağılardayken, nasıl oluyordu da sular ovaya taşmadan öylece duruyordu? Abime sordum ama cevabı “salak” oldu. Yılmadım, ablama anlattım; anlamadı ama bir şey de söylemedi. O sırada gemi de gözden kayboldu. Kızgın ve küskün, parmak uçlarında yükselerek zar zor ulaştığım pencereden ayrıldım. Aklım bu işe takılı kaldı. Belki de deniz bir gün ovalara yürüyüp, bizim evin altına kadar gelirdi. Kim bilir? O gece, denizin evimizin altına kadar geldiğini hayal ederek uyudum. Sabah heyecanla pencereye koştum: Gelmemişti ve hala taşacakmış gibi heybetle durup, beni korkutmaya devam ediyordu. Derin bir hayal kırıklığı içinde pencereden ayrıldım ama onun bir gün mutlaka geleceğine dair umudumu da kaybetmedim. Ovadaki bağ ve bahçeler, ekili tarlalar sular altında kalırmış; kimin umurundaydı! Onları düşünecek halde değildim.
Günlerden bir gün nihayet denize gidecektik. Sevinçten uçuyordum! Denizi ilk kez görecektim. “ŞVİD MAİSİ” derlerdi annemler. Yedi mayıs yani… Her sene o gün geldi mi – hava güneşliyse eğer – mutlaka denize gidilirmiş. Denize gitmek için yapılan hazırlıkları ilk defa görüyordum. Havalar yağmurlu olduğu için iki seneden beri ilk defa gidiyormuşuz. Öyle dedi ablam. Sabah erkenden köydeki kağnılar o gün için hazırlandı, üzerleri rengârenk kilimlerle örtüldü. Börekler, nokullar yapıldı. Tavuklar haşlandı. Katmerler pişirildi. Hazırlanan azıklarla denize gitmek üzere, kimileri öküzlerin çektiği kağnılarla, kimileri atlı, bazılarımız da yaya olarak mızıka eşliğinde yola düzüldük. Yaklaştıkça deniz büyüdü… Büyüdü ve pencereden gördüğümden daha farklı bir deniz tam da bütün güzelliğiyle önüme serili verdi. Onun ne kadar büyük olduğunu o zaman gördüm. Kumlu ve çakıllı kıyıda gide gele hışırtılı bir sesle, çakıl taşlarını köpüklü dalgalarıyla yalayan denizin neden köyümüze kadar gelemeyeceğini o zaman anladım.
Çocuklardan tecrübeli olanlar, daha kıyıya varmadan soyunmuşlar, donlarıyla denize inmişlerdi bile. Önce annelerin uyarı çığlıkları, sonra babaların tehditleri boşunaydı. Hem korku, hem de sevinç çığlıkları atarak kocaman bir dil gibi kıyıya uzanan dalgaların üzerine basmağa çalışıyor, geri çekilirken onu kovalıyor, üzerimize gelirken kaçıyorduk. Tanrım, denizle oynaşmak bu kadar mı güzel olurmuş! Sanırım o gün ilk kez orada âşık oldum denize ve ona hep sadık kaldım.
Konakladığımız düzlükte yere serilmiş kilimlerin üzerine açılmış sofra örtülerinin üstü yiyeceklerle doluydu. Hiç bu kadar büyük bir sofra ve yemeği bir arada görmemiştim. Bütün köy hep beraber yemeklerimizi yerken çocuklardan biri heyecanla “Gemi… Gemi!” diye haykırdı. Beyaz bir gemi, bacasından beyaz dumanlar savurarak Sinop’a doğru yol alıyordu. Kıyıya koştuk. Bağırmaya başladık. Havlularımızı sallıyor, gemidekilerin bizi göreceklerini ya da duyacaklarını sanıyorduk. Ne gören oldu, ne de duyan! Kaptanın bizi görmesini, bizim için geminin düdüğünü öttürmesini istiyorduk. Bize aldırmadan çekip gitti. Birkaç yıl sonra, Hopa’dan Zonguldak’a giden, annemin halası “Şuşa Nineyi” görmek için, kısa süreliğine de olsa o beyaz gemiye bineceğimi henüz bilmiyordum.
Guruptan bazılarımız çayın karşı tarafına geçtik. Sazlık alanda, küçük göllerin karanlık ve ürkütücü görüntüleri vardı. Asıl ürkütücü tarafı ise içlerindeki sülüklerdi. Kadınlar, erkekler sülüklü gölün kenarına çömeldiler. Ağrıyan yerlerine sülükleri yapıştırdılar. Yapışan sülükler kasılıp gevşiyor, kan içip şişiyorlardı. Sabırla onların kendiliğinden düşmesini beklediler. Sülüklerin emdikleri yerlerden sızan kanlar, gölün kenarındaki çakıl taşlarını kırmızıya boyadı, gölün rengi kızıla çaldı. Tekrar kamp yerine döndük. Sülüklerin yaraladığını sandığım bu insanlar, denize girip yıkandılar. Bütün yılı sağlıklı ve şanslı geçirmenin ön koşulu, yedi kere suya batıp çıkmak ya da üzerinden yedi defa dalganın geçmesini beklemekti. Denize girmek en eğlenceli şeydi. Kadınlar ve kızlar gecelikleriyle, erkekler beyaz patiskadan uzun donlarıyla – mayo diye bir şeyin olduğundan henüz haberimiz yoktu tabi – denize girdiler, yıkanıp arındılar. Denizden çıkanlar ateşin çevresine çöküp ısınırken, babalar sigaralarını tüttürüp çaylarını yudumluyor, çocuklar morarmış dudakları, tıkırdayan dişlerine rağmen denize girmek için kaçarak, annelerini peşlerinden koşturuyorlardı. Baktılar ki ateş kesmiyor, köyün mızıkacısı Nevzat Abi, mızıkasını konuşturmaya başladı. Adamlar, kadınlar, kızlar ve oğlanlar horona durdular. “Delisinden sakinine kadar her çeşit horonla coştular. Daha sakin bir horonda ablam beni de oyuna kattı. Ayaklarımı onlara uydurmağa çabalıyor, onlarla birlikte sağa sola savrulup duruyordum. Çok mutluydum. Herkes mutluydu. Ortada Mızıkacı Nevzat, çevresinde biz, Gürcüce türküler söyleyip, oynuyorduk. Ne üşüme kaldı, ne de o koca sofrada yenecek bir şey! O kadar yemeği nasıl bitirdiğimize şaşmıştım.
Dönüşümüz yorgun ve durgun geçti. Kavanozlarda, şişelerde sülükler ve denize gelemeyip köyde kalanlar için güğümlerle deniz suyu taşıdılar. Eve gider gitmez uyuduğumu hatırlıyorum. Bütün gece denizin o güzelim köpüklü dalgalarını göreceğime, sülükleri ve gölün kenarındaki kanlı taşları gördüm. Uyanınca deniz gelmiş mi diye pencereye koşmadım. Denizin orada olduğunu ve hep bizi bekleyeceğini biliyordum, artık!
Bütün bunları, pencerenin önünde boğazı seyrederken, FSM Köprüsüne doğru süzülen bir beyaz gemi – “kruvazör” diyorlar şimdi – hatırlattı bana Şimdiki bu çok katlı geminin yanında bizim Beyaz Gemimiz küçük bir tekne gibi kalıyorsa da ben yine o “Beyaz Gemimizi” özlüyorum. Çocukluğumdaki gibi, boğazın sularının, oturduğumuz apartmanın eteklerine kadar yükseldiğini hayal ederken güldüm. Yoksulluğumuza karşın, hala masalsılığından bir şey yitirmeyen o günleri, sızılı bir özlemle anımsadım. Yılar öncesine giderek iri gözlü o küçük oğlan çocuğunu sevmek istedim. Kendini geri çekerek yabansı bir bakışla süzdü beni… Tanımadı bile!