Yaşlanmıştı; diğer balıkların alay konusuydu artık. Yanına miço bile bulamıyordu. Aileler, “Uğursuzun tekisin!” diyerek minik kılıçbalıklarını göndermiyorlardı yanında. Oysaki yılların tecrübesi vardı serde. Kocamış olsa da ne deneyimler yaşamıştı o koca kılıcıyla koca Akdeniz’de. Adı kadar emindi; umudunu kaybettiği an kendi de yitip gidecekti. Ne olursa olsun kılıcını dik tutacak, boyun eğmeyecekti ne denize, ne de yaşam savaşına…
Tam seksen dört gündür hiçbir av takamamıştı kılıcına. Seksen beşinci günün sabahı deniz daha bir güzel geldi gözüne, bedenine. Ilıcacıktı; ana kucağı gibi sarıvermişti gövdesini. Güneş yeni yükselmesine rağmen tüm haşmetiyle parlıyor, derya dibini gün ortası gibi aydınlatıyordu. Kılıcını, dişlerini, yüzgeçlerini kontrol etti. Hazırlıklar tamamdı. “Haydi bakalım av zamanı: Ya Allah vira Bismillah!” diyerek yola koyuldu.
Epey bir dolandı derinliklerde. Gözüne çarpan hiçbir şey yoktu nedense! Sanki koca deniz yarılmış, bütün avlar içine kaçmıştı yine. Bir an ümitsizliğe kapılır gibi oldu. Mahallesine döndüğünde karşılaşacağı yüzler, göreceği mimikler, duyacağı takılmalar geldi aklına: “Yoo!” dedi, “Durmak yok, yola devam!”
“Belki de kıyılara yaklaşmalı biraz,” diye düşünüyordu. Yüzgeci sahile doğru kırdı. Epey bir yaklaşmıştı ki başının üzerinden koca bir karaltı geçti. Gürültülü bir motor sesi geliyordu. Az uzaklaşınca motor sesi aniden kesildi, gölge durup kaldı öylece. Meraklandı Yaşlı Kılıç; denizin taşıdığı seslere kulak kabarttı, bağrışmalar geliyordu:
“Açsana şu çantayı, aç diyorum sana!”
“Hayır, açmam, o benim dünyam. Ne yapacaksın ki içini görüp de? Hem çantamdan sana ne? Paranı almadın mı?”
“Aldım tabii, yoksa kim alırdı seni buraya? Anladık Bond çantan çok kıymetli. Su da geçirmiyor ama bana ne? Sadece içine bakıcam. Bu benim görevim. Hepsi bu! Amma da abarttın ha! Bak herkes gösterdi. Senin farkın ne? Güvenlik kuralı bu! Uymak zorundasın! Hem açmıyorsun, hem de o kadar sıkı tutuyorsun ki insanın içine şüphe düşüyor zaten. Ne var ki içinde o kadar saklıyorsun? Bomba mı yoksa? Yoksa iki boklu donun görünecek diye mi bu telaş?”
Der demez Kaptan, botta hınca hınç oturan, çoluk-çocuk, ihtiyar-genç, kadın-erkek demeden doluşturulmuş herkes, bütün göçmenler gülmeye başladılar. Mecid bozulmuştu. Herkesin gözü önünde küçük düşürülmek hoşuna gitmiyordu elbette. Lakin hiç sesini çıkarmadı. Daha bir sarıldı çantasına. Mecburdu Kaptan’a… Köprüyü geçene kadar ayıya dayı demesi gerektiğini öğrenmişti bu hayatta. “Ah!” dedi, “Ah! Hele bir karşı kıyıya geçelim, bilirim ben sana yapacağımı, pis kaçakçı! Hem paramızı al, hem canının istediğini yap. Öyle mi? Bu ne ya, köle miyiz biz?” diye homurdanıyordu için için…
O sustukça Kaptan üzerine gitti. En sonunda çantayı tutup elinden çekip almak isteyince, itişip kakışmaya başladılar. Verirsin, vermezsin derken, botun kenarına kadar çıkan Mecid bir anda dengesini kaybederek kendini suların içinde buluverdi. Hâlâ sımsıkı tutuyordu çantasını. Kaptanın ekmeğine yağ sürülmüştü. Korkunç kahkahalar atarak sarakaya devam etti:
“Hah, hah, ha! Şunun haline bakın! Balıklara yem ol da gör gününü. İstersen sudan çıkmış balık yaparım seni ama bir şartla; çantanı açıp göstereceksin, hem de herkese,” diye tehdit ediyordu hâlâ.
Mecid onu duymuyordu bile. Suya düşünce korkudan ödü patlamıştı. Halep’in yüzme havuzuna benzemiyordu burası. Bir yandan çantasına sarılıyor, bir yandan ayaklarını çırparak suyun üzerinde kalmaya çalışıyordu. Hâlbuki can yeleği suyun üzerinde kalması için yeterliydi ama panikten batıyorum hissine kapılıyordu.
Birden bottan yükselen çığlık sesleriyle kendine geldi. Herkes panik içerisinde arka tarafını göstererek “Kaç kaç!” diye bağırıyordu. Hızla dönüp baktı. Uzaktan kendine doğru gelen koca yüzgeci görünce, “İmdat, imdat!” diye bağırarak bota doğru yüzmeye başladı. Aksilik bu ya akıntı da ters yöne tam da yüzgece doğru sürüklüyordu onu. Kaptan motoru çalıştırdı. Mecid’e doğru sürmeye başladı. Mecid de akıntıya kürek çekercesine bota doğru ilerlemeye çabalıyordu.
Yaşlı Kılıç, avı ayağına gelince keyiflenmiş gövde gösterisine başlamıştı bile. Bütün haşmetiyle suyun üzerine fırladığı gibi kılıcını sağa sola sallayınca gören herkesi aldı mı bir korku! En başta Mecid’i ve Kaptanı… Balık bir iki kılıç sallayıştan sonra koca gövdesiyle tekrar sulara gömüldü. Mecid korku ve telaş içerisinde bota doğru yüzmeye çalışırken, bir anda botun kendisinden uzaklaşmaya başladığını görür gibi oldu. Tuzlu sudan gözleri kamaştı zannederek hızla açıp kapadı, tekrar baktı. Gözlerine inanamadı, evet, gerçekten uzaklaşıyorlardı. “Hey bekleyin!” diye avazı çıktığı kadar bağırsa da duyan yoktu.
Yaşlı Kılıcın havadaki perendesini gören Kaptan, bu bota bir değerse, aman Allah, yandığımızın resmidir diyerek acele tornistan dümeni kırıp topuklamıştı. Mecid falan umurunda değildi. Bottakileri ikna etmek de zor olmamıştı. Ya canlarıydı ya da Mecid…
Hayatı boyunca bundan daha kötü bir an yaşadığını hatırlamıyordu, Mecid: “Onca bombayı, kurşunu, askeri savuştur gel de şu düştüğün hale bak sen!” diye söyleniyordu. “Hay ben böyle talihin içine…” derken çantası geldi aklına. Kafası süratle çalışıyor, düşünceler art arda akıyordu. Film sahneleri geçiyordu gözünün önünden bir-bir… “Bana saldırdığı an çantayı ağzına tıkarım. Filmlerde de öyle yapmıyorlar mı?” diye düşündü bir an. Sonrası Allah kerimdi. Hemen gardını aldı ve beklemeye başladı. Yüzgecin gelişine göre kalecinin topu beklediği gibi sürekli kendini ayarlıyordu.
Yaşlı Kılıç, yaşını unutmuş, coştukça coşmuş son sürat Mecid’e doğru ilerliyordu. En sonunda karşı karşıya geldiler. Mecid çantayı önüne siper etmiş, gözünü dahi kırpmadan balığı takip ediyordu. Yaşlı Kılıç ise burnunun dibine kadar geldiği halde hiç de acele etmeye niyetli görünmüyordu. Avının keyfini çıkaracaktı anlaşılan. Mecid’in etrafında daireler çizmeye başladı. O döndükçe Mecid de dönüyordu. Sinirleri iyice laçka olmuş, farkında olmadan bağırmaya başlamıştı:
“Ne istiyorsun benden? Bir sana bak bir de bana. Kocaman bir balıksın sen. Hiç dengin miyim ben? Dişinin kovuğuna bile gitmem. Zaten açlıktan, yokluktan deri-kemik kalmışım. Görüyorsun işte! Sen git ağzına layık birini bul! Bırak da gideyim,” diye yalvarıp duruyordu.
Kılıç ise başka hesaplar peşindeydi. Avını bayıltıp, kılıcına takıp, mahalleye gösteri yapma hülyalarında, “Arkasına dolanıp bir kılıç darbesi indirsem kafasına, bayılır kalır bu!” diyordu. Lakin o döndükçe Mecid de döndüğü için bir türlü dolanıp darbeyi indiremiyordu.
Bir müddet öylece dönenip durdular. Birbirlerini kollamaktan nefesleri kesilmişti. Mecid’in korkusu çenesine vurmuş ha bire söyleniyordu, bağıra çağıra:
“Bak ikimiz de yorulduk. Haydi, dön git yuvana. Çoluk çocuğun yok mu senin? Ben gibi kimsesiz değilsin ya! Sen bari acı bana. Kimsem yok şu hayatta. Ana-baba-kardaş hepsi gitti bombalarla. Kala kala bir ben kaldım bir de çantam.”
Bunları duyan Yaşlı Kılıç bir an durup düşündü: “İhtiyar Balıkçı” ve “Hemingway” soydaşına acımamışlardı ama onların yaptığını yaparsa insanoğlunun seviyesine düşmeyecek miydi? “Baksana, şu garibanın haline!” diye düşündü, “bir kılıç da ben mi vurayım?” ve ani bir dönüşle uzaklaşıp gitti.
Mecid yine gözlerine inanamıyordu fakat bu seferki hayra alametti. Sevinçle sahile doğru yüzmeye başladı. Karşı kıyıya geçememişti ama canını kurtarmıştı ya hiçbir şey umurunda değildi artık.
Kıyıya varır varmaz önce can yeleğini çıkardı attı. Sonra ilk olarak çantasını koydu iskeleye, devamında ayaklarını, en sonunda da bedenini çekip çıkardı sulardan bir Catalano heykeli gibi dimdik durdu ayakta. Çantasını kavradığı gibi yavaş yavaş kendini var ede ede yürüyüp gitti yoluna…