Bizim evdeki tek çiçek annemin yıllar önce bir arkadaşının saksısından gizlice koparıp eve getirdiği, toprağı taş gibi saksıya ektiği yılbaşı çiçeğiymiş… Çalıntı çiçek güzel tutar, eeeee-e bunun bakımı da kolay, arada bir sularım, senede bir de olsa hayatıma renk katar diye düşünmüş, çiçeklerin ne kadar ihtimam istediklerini, şımartılmaya ihtiyaç duyduklarını kulak ardı ederek. O çiçek dallanmış, budaklanmış ama hiç açmamış. Ta ki, bir kasım sonu annem beni doğurup hastaneden çıkıp eve gelene kadar. O yüzden Çiçek koymuş adımı. Yılbaşı çiçeğiyle kader birliğimiz başlamış sonra. Nasıl mı? İşte onu anlatacağım size.

Çok çalışan bir kadındı annem, hemşireydi, işini sevdiğinden mi, işe sığındığından mı bilmem, gece gündüz çalışırdı. Bebekliğimde komşulardan biri parayla bakmış bana. Annem nöbetçi olduğunda bazen hastanede kaldığım da olurmuş. Altı yaşıma geldiğimde boynumda anahtarla gezmeye başlamışım, servis, okul, ev… Komşu teyzenin kontrolü devam etmiş. Nöbet geceleri bazen beni uyutup çıkarmış evden, yatak odamın ışığı hep açık kalırmış… Ailesini hiç tanımadım ben annemin. “Kimsem yok benim” derdi sorduğumda… Babamı da hiç tanımadım… Onunla ilgili ilk soruları okula başladıktan sonra sormaya başladım, arkadaşlarımın birer babası olduğunu fark ettikten sonra.

“Benim babam nerde anne?”

“Uzaklarda.”

“Neden hiç gelmiyor?”

“Çalışıyor.”

Uzun zaman devam etti bu soru – cevap. Sonra sorum değişti:

“Benim babam kim anne?”

Bu sorunun da cevabını alamadım yıllarca. İçimden sormaya başladım bu kez, “Benim babam kim, kim acaba benim babam, babam kim ki?”

“Eeee kimse kim, yetti be, o bir doktor, seni kabul etmiyor, istemiyor. Kendi ailesi var onun, mutlu – mesut yaşıyor, neyin eksik senin, yetmiyor muyum ben sana, kes artık soru sormayı!

Evde sustum, okulda arkadaşlarım “Senin baban kim?” diye sorduğunda, cevap olarak “Benim babam kim?” diye mırıldanıyordum istemsizce, hâlâ cevap bulamamanın verdiği rahatsızlıkla. Sonra bir gün bir arkadaşım “senin babanın adı mı Kim, yabancı mı senin baban?” dedi. Başımı salladım, bir söylenti dolaştı okulda, babasının adı Kim’miş, yabancıymış diye; sonra onlar unuttu sormayı, ben sormaktan vazgeçtim.

Şoför Ahmet’i on yaşımda tanıdım. Önüme bir resim koydu bir gece annem, “Baba, baba deyip duruyordun, bak bu Ahmet Abi, evleniyoruz biz, çocuğu yok onun, sana babalık yapmaya gönüllü, sen de problem çıkarma, geçinip gidelim.” dedi.

Evlendiler, iyi bir adama benziyordu, o da çok çalışıyordu ilk zamanlar, sık sık uzun yola gidiyordu, bana ve anneme hediyeler getiriyordu dönerken. İki yıl her şey çok iyi gitti, ortaokulu bitirmek üzereydim. Bir sabah tuvalete gittim, şu arkadaşlarımın bahsettiği şey gerçekleşmişti, mutfağa gidip anneme haber verdim, gayet sakindim annemin tokadı yüzümde patlayana kadar… Şok olmamam içinmiş, her ay olacakmış bu.

“Her ay mı tokat atacaksın bana?”

“Yok, o bir kere olur, hadi bakalım sil gözlerini, kocaman bir genç kız oldun artık sen!”

O sene Ahmet Abi’nin işleri bozulmaya başladı, artık çoğu zaman evdeydi. Akşamları dozunu gittikçe arttırarak içmeye başladı. Annem aynı yoğunlukta çalışıyordu. O nöbetçi olduğu akşamlar Ahmet Abi çok sinirli olurdu, nöbetten döndüğünde kavga çıkarırdı. Ben genelde erkenden odama çekilirdim. Regl olduğum bir gün çok ağrım vardı, fark etti, “gel otur bir kadeh iç, iyi gelir ağrına” dedi… Sabah annem eve dönmeden çıktı yatağımdan, “tek kelime edersen yakarım seni de, anneni deee, bu evi de” diye kulağıma fısıldayarak.

Lise sona kadar her nöbet gününde devam etti bu durum… Yorgun gelirdi annem sabaha karşı eve, yatardı hemen… Canım kalkmak istemezdi yataktan, iyice örterdim yorganı üstüme, çok üşürdüm, ondan mı titrerdim, korkudan mı bilmem… Anneme hem kızardım, hem utanırdım ondan… Ne oluyorsa benim yüzümden oluyordu, kötüydüm ben, akılsızdım, güçsüzdüm, hem babam kimdi ki benim? Babasının terk ettiğini kim severdi ki?

Yılbaşı çiçeklerinin açma zamanı, çiçeksiz aylar başlamak üzere… Doğum günüm yaklaşıyor, çok üşüyorum, yalnızım ondan mı acaba? Annem yine nöbetçi…

Akşam olmak üzere… Gün boyu şahit olduğu kötülüklerin utancı ve kızgınlığıyla kıpkırmızı olan gökyüzü, kabahatlerimizi, kötülüklerimizi geceyle kaplayıp ertesi gün yeni bir şans daha tanımaya hazırlanıyor. Güneşin üstünü örtüyor, uyutuyor… Güneş uykuya çekildiğinde bir kargaşa başlıyor sokaklarda; insanlar, kötülük ve sülâlesi dışarı çıkmadan önce “güvenli” evlerine ulaşma telaşında. Hırsızlar, katiller, tecavüzcüler ve bilumum benzeri yayılıyor ortalığa, omuz omuza verip o güvenli sanılan yerlerde halay çekmeye başlıyorlar… Zayıflar, güçsüzler, çaresizler, kimsesizlerse onların ayakları altında ezilmeye… Ertesi sabah, gece, gördüklerinin rüya mı, gerçek mi olduğunu anlamaya çalışarak, mahcup, keyifsiz, yüzleri kızararak bir bir uyanıyorlar. Kafalarında üç aşağı – beş yukarı aynı soru: Doğru olabilir mi acaba dün gece gördüklerim?

Temizlik görevlileri işe başlıyor, ellerinde çalı süpürgeleri şefkatle saçlarını tarıyorlar şehrin… Geceden kalan izleri yok etmeye çalışıyorlar sanki… Süpürge tellerinin arasından dört bir yana savruluyor renk renk kusmuklar, kurumuş tükürükler, sağa – sola atılmış cam ya da plastik şişeler, prezervatifler, kâğıtlar, kan lekeleri.

Annem eve dönmek üzeredir, onun yatağındayım ve kötülüğün izlerini yok etmeye hiç niyetim yok. Kapının açıldığını duyuyorum. Kulaklarım bir ses radarına dönüşüyor. Anahtarı ayakkabılıktaki incir yaprağı şeklindeki yeşil tabağa koyduğunu, botlarını çıkarıp bıraktığı yerdeki terlikleri giydiğini, mantosunu askıya astığını görüyorum desem, başım ağrımaz. Sabahın erinde öylesine büyüyor sesler.

 

Her zaman olduğu gibi odamın ışığı yanıyor. Ayak sesleri yaklaştı, odanın kapısı açıldı, benim odamdan salona yansıyan ışık içeri sızıyor. Ahmet derin uykuda, horlaması sakin, tekdüze… Üstünü çıkarmaya başlıyor annem, yastığın altından geceliğini almak için benim tarafıma yaklaşıyor, loş ışıkta göz göze geliyoruz. İkimizin de gözleri kocaman açık… Şaşkınlık, korku, acı, nefret, tiksinme el ele verip toplanmış bakışlarında. Ben sadece boş boş bakıyorum.

“Defol” diyor önce fısıltıyla, sonra haykırarak “Defol bu evdeeeen!”

“Ne ara gelmiş bu bizim yatağa, valla haberim yok, dur, dur bir hele Aysel…” diyen Ahmet’in sesi kulaklarımdayken açıyorum sokak kapısını, çıplak ayak, üstümde yatarken giydiklerim, çıkıyorum sokağa.

 

Gün doğmuş. İnsanlar “güvenli” buldukları sokaklarda çoktan koşturmaya başlamış; kimi işe gidiyor, kimi okula, kimi gezmeye, kimi iş aramaya… Ben şu anda okula gidiyor olmalıydım. Yerler buz gibi, ayaklarım ateş… Sağımdan solumdan geçen insanların konuşmaları çalınıyor kulağıma…

“İşin cılkını çıkardılar artık, acındıracağız diye sabah sabah çıplak ayak yürümeler, üç kuruş için…”

“Bunlar çete, dilenci çetesi, arkalarında takipçileri var, sabah salıyorlar sokağa, akşam topluyorlar…”

“Al şu iki lirayı da karnını doyur, ayağına da bir şey giy, hastalanacaksın…”

“Para vermemek lazım böylelerine, alışıyorlar…”

“Yazık pek de gençmiş, kafayı üşütmüş galiba…”

Sonra bir ses duyuyorum uzaklardan:

“Çiçeeek… Çiçek kızım, ner-de-siiiiin?”

Kimin sesi bu? Orda biri mi var, beni arayan, soran biri?   Kim o? Kim duyar beni?   Kim duysun beni?

 

Annemin çiçeği ne zaman kurumuştu sahi?